Hırsızların yeni rotası business class

spot_img


Eskiden hırsızlık hikâyeleri çoğunlukla sokaklarda, kalabalık restoranlarda ya da gece karanlığında yaşanırdı. Şimdilerde ise bambaşka bir boyut aldı. Hedef artık zenginlik değil, ‘konfor.’ Yani eğer iş dünyası için seyahat edenlerden, sosyetik çevrelerden veya sadece biraz rahatına düşkün olanlardansanız, işte o zaman dikkatli olmanız gerekiyor.

Bu yaz dillere düşen hikâyeler az değil. Teknesinde pahalı saati çalınan da oldu, sezon ortasında mürettebat değiştirip yeni gelenin güven sorununa yol açtığını da duyduk. Çocuk bakıcısının mücevherleri sessizce yürüttüğü ya da yazlık evde temizlik görevlisinin hanımın lüks çantalarını takıp takıştırdığı söylentileri… Bunların hepsi burnumuzun dibinde, gerçek hayatta yaşandı.

Ama şimdi bambaşka bir korku var: Business class hırsızlığı. Uzun uçuşlarda baş üstü bölmesine kaldırdığınız çantaya artık gözü gibi bakmak yetmiyor. Çünkü siz uyurken, “Aman bavula koymayayım, çalınır” diye yanınıza aldığınız laptopunuz veya değerli eşyalarınız sessizce ortadan kaybolabiliyor.

Kısacası, hırsızlık da konforun peşinden koşuyor. O yüzden iş ya da keyif için gökyüzüne açılırken, yanınıza aldığınız çantanın sadece kilidini değil, gözünüzü de dört açmanız gerekiyor. Çünkü business class’ta bile artık huzurlu bir uyku lüks sayılıyor.


BİRLEŞTİRİCİ DEĞERLERİ SİYASETİN GÖLGESİNDEN KURTARMAK

Günümüzde moda, müzik, sanat, gastronomi… Hepsi aslında ortak bir paydada buluşmamız için var. Bir kıyafeti giydiğimizde, bir şarkıyı dinlediğimizde, bir tabak yemeği paylaştığımızda hissettiğimiz şey siyaset değil; estetik, keyif, lezzet, duygu ve bağ kurma ihtiyacı. Ancak son yıllarda hem Türkiye’de hem dünyada bu alanların giderek siyasetin kutuplaştırıcı diliyle gölgelendiğini görüyoruz.

Bir markayı sadece politik tavrı nedeniyle benimsemek veya reddetmek, kültürel çeşitliliğin önüne set çekiyor. Örneğin, bir jean markasının pazarlama kampanyasında yer alan oyuncu Sydney Sweeney üzerinden ‘taraf’ ilan edilmesi, modayı bir ifade biçimi olmaktan çıkarıp bir siyasi beyanata dönüştürüyor. Oysa moda, her kesimden insanın kendi tarzıyla buluştuğu, farklılıkları kucaklayan bir alan olmalı.

Müzik ve sanat da aynı şekilde; bir şarkı ya da tablo, yaratıcısının siyasi görüşünden bağımsız olarak bize dokunabilir. Bir sanatçının ürettiği duygunun değerini, onun politik kimliğiyle tartmak; sanatı, özgürlük alanı olmaktan çıkarıp ideolojik bir teste tabi tutmak anlamına geliyor. Bu, sanatı hem yaratan hem de tüketen taraf için yıpratıcı.

Gastronomi ise belki de en saf birleştirici güçlerden biri. Aynı masada oturup yemek yemek, tarih boyunca insanların en temel iletişim ve barış yollarından biri olmuştur. Bir restoranın veya şefin siyasi söylemi nedeniyle lezzetinden uzaklaşmak, sofraları da fikir savaş alanına çevirmek demek.

Siyaset elbette toplumun bir gerçeği; fakat birleştirici unsurları siyaset üzerinden ayrıştırmak, ortak paydalarımızı eritiyor. Dünyada ve bizde, kutuplaşmalar markalar, sanatçılar, yemekler üzerinden yapılmaya başlandığında; elimizde kalan tek şey, birbirimizden uzaklaşmak oluyor.

Belki de bu yüzden, giydiğimiz kotun, yediğimiz yemeğin, dinlediğimiz şarkının, izlediğimiz filmin tek ölçüsü, bize yaşattığı his olmalı.

Geri kalan her şey, sofradan kalktığımızda, kulaklığımızı çıkardığımızda, defilemizi izledikten sonra kapının dışında kalmalı.


ELVEDA SESSİZ LÜKS!

Moda dünyası, her sezon yeni bir oyun kurar, kuralları değiştirir. Geçtiğimiz yıl ‘sessiz lüks’ün ihtişamını yere göğe sığdıramayanlar, bu yaz tam tersi bir söylemi öne çıkarıyor: Zengin İtalyan eşleri estetiği. Bu yaz köklü İtalyan markaları yeniden popülerliğin zirvesine çıktı. Geometrik desenler, zikzaklar, cesur hayvan baskıları… Hepsi adeta sezonun alametifarikası oldu. New Yorklu moda trend öngörücüsü Zoe Stewart da bunu doğruluyor: “Mary Kate ve Ashley tarzının tam zıttı.”

Kısacası moda, sürekli dönüşüm içinde. Dün sessiz lüksü kutsayan moda editörleri, bugün tam tersini savunmaya hazırlanıyor. Peki ben neyi savunuyorum? Açıkçası hiçbir akımı. Ruhum neyi çekerse, modum o gün nasılsa ona göre giyiniyorum. Bazen altın saatimi takıp altına logolu terliklerimi giyiyorum; bazen de keten bir şort ve beyaz tişörtle en yalın hâlimi yaşıyorum. Benim için stil, dergilere kapak olan bir trendin peşinden koşmak değil; ruhumla uyum içinde olmak. Moda gelir geçer, ama insanın kendi tarzı kalıcıdır.


SAĞLIKLI İNSAN DİYETİ: KENDİ HUZURUNUZU KORUYUN

Hayatım, ben artık ‘sağlıklı insan diyeti’ndeyim.

Yanlış anlaşılmasın; bu bir protein diyeti ya da kalorisi hesaplanmış bir beslenme biçimi değil. Karbonhidrattan değil, insandan uzağım artık. Yaz bitiyor, ama bana kalırsa insanın kendine verebileceği en güzel arınma, bu diyetle başlıyor.

“Sağlıklı insan diyetinde, artık enerji tüketenlere yer yok.” Bu sadece bir diyet değil, bir yaşam tarzı. Enerjini tüketen her şeyi ve herkesi hayatından çıkarmakla ilgili.

Dışarıdan ne kadar cazip, ne kadar ‘iyi’ görünürse görünsün…

Bu acımasızlık değil, özsaygıdır.

Çünkü biri hayatına sürekli kaos, dram ya da olumsuzluk getiriyorsa, orada kalmasına izin veremezsin. Yaş aldıkça, kendine daha çok güvendikçe ve farkındalığın arttıkça, bazı insanları bir ağacın yapraklarını dökmesi gibi geride bırakmaya başlıyorsun. Bu bir kayıp değil; büyüme.

Artık niceliğin peşinden koşmayı bırakıp niteliği kucaklıyorsun. Küçük ama güçlü, destekleyici bir çevre; sahtelikle dolu büyük kalabalıklara her zaman üstün geliyor. Çünkü asıl zenginlik, çevrende seni yoran değil, besleyen insanları biriktirmek.

O yüzden kendi huzurunu koru. Enerjini sev. Kendini seç. Hem de hiçbir özür dilemeden. Çünkü en sağlıklı diyet, aslında ruhunun hakkını vermekten geçiyor.



Source link

spot_img

benzer haberler

spot_img