Benim için New York, hep Soho demek.
Bazen Meatpacking’de, bazen Soho’nun dar sokaklarında…
İkisi arasında kaybolmaya bayılıyorum. Şehre her gelişimde ilk işim otel seçmek oluyor. New York otellerinin çoğu küçük; o yüzden oda seçerken her zaman metrekare hesabı yaparım. Alışverişle dolu bir seyahatte 20 metrekareye sığmak mümkün değil.
Benim için ideal ölçü: 32 metrekarenin üzeri.
Bu defa tercihim ModernHaus Hotel oldu.
Tam kalbinde, yürüyerek her yere ulaşabileceğiniz kadar merkezi.
Üstelik sokakta yürürken bir anda tanıdık bir yüzle göz göze gelmeniz de an meselesi.
New York’un en güzel tarafı da bu; her köşede bir hikâye, her gün yeni bir ihtimal var.
Burada yaşayan dostlarımla buluşmak, onlardan yeni keşif listeleri almak, şehrin nabzını yerelden hissetmek bana her zaman iyi geliyor.
Ama New York aynı zamanda yalnız bir şehir.
Her sabah bambaşka biri olarak uyanabilirsiniz.
Bir ‘community’ye dahil olmak kolay değil.
Tam da bu yüzden member club’lar – yani üyelikli özel kulüpler – şehirde büyük önem kazanmış durumda. Tıpkı Londra ya da İstanbul’daki gibi…
Bunların en havalısı hiç kuşkusuz Casa Cipriani. Üyelik zor, referans gerekiyor ve ücreti binlerce dolar. Ama şehirde yaşayan Türk dostlarınız varsa, işte en kolay çözüm orada. New York’ta zamanın nasıl geçtiğini anlamak imkânsız. Bir bakmışsınız 20’lerinizden 40’larınıza geçmişsiniz. Şehir sürekli değişiyor, tıpkı siz gibi. Her gün yeni bir yüz, yeni bir hikâye. Anda kalmak zor çünkü herkes bir yarışta. Ama bu yarışın içinde bile büyü var. Daha ilk gün “New York, hadi beni şaşırt” dedim. Ve o da hiç gecikmeden yaptı: Ed Sheeran ve Prens Harry’yle Soho House’ta karşılaştık.
KENDİMİ 1997’YE IŞINLANMIŞ GİBİ HİSSETTİM
10 Ekim, World Mental Health Day – yani Dünya Ruh Sağlığı Günü. Altı yıldır bu farkındalık için bir araya geliyorlar. Birlikteydiler, gülümsüyorlardı; dostlukları, bu anlamlı günde daha da derinleşmiş gibiydi.
Ertesi gün rotam Brooklyn Flea Market.
Cumartesi sabahı ’90’lar müzikleri çalıyor, vintage ceketler, eski plaklar, kartpostal kutuları… Kendimi 1997’ye ışınlanmış gibi hissettim. New York’un bir yanı hep nostalji kokar; geçmişle geleceği aynı anda yaşarsınız.
Ve tabii… kendime küçük bir ödül: Faena Hotel.
Miami’den sonra New York’ta da kapılarını açmış. Kırmızı tonlar, sanatsal detaylar, o tanıdık enerji… Ve tahmin edin kim orada? Cher. Meğer otelle özel bir iş birliği içindeymiş. Otelin önüne bir paten sahası kurulmuş; iki gün boyunca Cher’in hostluğunda patenciler ve show girl’ler performans sergiliyormuş. Akşamları ise Faena’nın Jazz Bar’ında sahneye çıkıp birkaç şarkı söylüyormuş. Hatta otelin önünde Cher’in konsept bir truck’ı var – içi ikramlarla, atıştırmalıklarla, ışıltıyla dolu.
Tam bir “Cher Show.” Bu şehirle aramızda artık gizli bir bağ var. Her gelişimde beni başka bir yönümle tanıştırıyor. Bazen geçmişe götürüyor, bazen geleceğe hazırlıyor. Ama her defasında aynı duyguyla bitiyor:
“Kendimi, hayatı ve New York’u yeniden seviyorum.”
REZERVASYONDA KARABORSA VAR!
New York’ta sadece yürümek bile plan isterken, bir restoranda masa bulmak ise tam bir strateji oyunu. Şehirde öyle kafanıza göre “gireyim, iki kişi boş masa var mı?” diyemiyorsunuz.
Kapıdan çevrilmek burada neredeyse bir ritüel.
Evet, birçok uygulama var. En popülerleri: OpenTable ve Resy… Rezervasyon yapmak için bu uygulamalara giriyorsunuz ama sonuç neredeyse hep aynı: “Sorry, no availability.” New York’un restoran dünyasında masa bulmak, bilet bulunmayan bir konsere girmeye çalışmak gibi. Ama asıl ilginç olan, işin artık bir karaborsa ekonomisine dönüşmüş olması.
Aynı konsere gidip kapısında fahiş fiyata bilet satan ‘o amcaların’ dijital versiyonları, bu kez masa satıyor.
Evet, yanlış duymadınız, online masa simsarlığı.
Birileri sizin adınıza rezervasyon alıyor, sonra da o masayı size yüksek fiyata devrediyor. 200 dolarlık bir akşam yemeği, bir anda 400 dolara çıkabiliyor. Üstelik sistem o kadar profesyonelleşmiş ki, bu kişiler bazı işletmelerle iş birliği bile yapıyor.
Aslında benzer bir yapının İstanbul’da da oluşmaya başladığını bir önceki yazımda anlatmıştım. Popüler mekanları tanıyan bazı kişiler, sizin adınıza rezervasyon alıyor ve ödediğiniz hesabın bir kısmına ortak oluyorlar.
Yeni nesil ‘promotörlük’ sistemi diyebiliriz buna.
Artık işletmeciliğin, hatta sosyal hayatın bir parçası.
Ama New York’ta durum çok daha ileri boyutta. Yemek yemek bile bir statü göstergesine dönmüş durumda. Bir tabak makarnaya yüzlerce dolar veriliyor; ‘Girdim mi, girdim!’ hissi her şeyin önüne geçiyor. Ve sonra herkes aynı şeyi söylüyor:
“Paramız yok, kriz var.” Ama iş yemeğe, deneyime, o Instagram karelerine gelince…
Cep delik, masa dolu. Trajikomik ama gerçek: New York artık sadece bir şehir değil, bir sahne. Ve bu sahnede masa bulmak bile başlı başına bir performans.