Hayat bize bazen öyle ağır yükler verir ki, onları taşıyamayacağımızı sanırız. Bir kaybın acısı, bir ihanetin izi, içimizde açılan yaralar… O anlarda dünya üstümüze yıkılmış gibi gelir. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Raskolnikov’un yaşadığı gibi; insanın kendi içinden yükselen çığlık, dışarıdaki tüm gürültüleri bastırır. Ama asıl mesele şudur: Acı, gerçekten sadece yıkmak için mi gelir? Yoksa içinde sakladığı gizli bir armağan var mıdır? Raskolnikov, işlediği suçun ardından bedensel bir cezadan çok ruhunun derinliklerinde bir ıstırap yaşamıştır. Vicdanının ateşiyle yanarken, sonunda bu ateşin aslında bir arınma olduğunu fark eder. İşte burada Dostoyevski’nin bize gösterdiği büyük hakikat ortaya çıkar: Acı, insanı öldürmez; yeniden doğmasına vesile olur. Biz de hayatta yaşadığımız kırılmaları çoğu zaman bir son gibi görürüz. Oysa belki de onlar, yeni bir başlangıcın sessiz hazırlığıdır.
KENDİ İÇİNDEKİ SAVAŞ
Raskolnikov’un hikâyesi bize şunu gösterir: İnsan en çok kendi içindeki savaştan yara alır. Suçun kendisi kadar, onun ardından gelen pişmanlık, utanç ve vicdanın susturulamayan sesi, insan ruhunu parça parça eder. Fakat bu parçalanma, aslında yeni bir bütünlüğün tohumudur. Çünkü insan acıyla yüzleştiğinde, eski benliğinin kalıplarını kırar ve yeni bir benliğe adım atar. Hayatta da böyledir. Bazen en çok kaçtığımız şeyler, en çok ihtiyaç duyduğumuz öğretmenlerdir. Bir kayıp yaşarız, içimizde boşluk açılır. O boşluk canımızı yakar, ama o boşluk olmasa yeni bir şey için yer açılmaz. Tıpkı toprağa atılan tohum gibi… Önce kabuğu parçalanır, karanlıkta sıkışır, ardından göğe doğru yükselir. Tohum için bu süreç acıdır, ama başka türlü filizlenemez.
KAÇTIKLARIMIZDAN ÖĞRENDİKLERİMİZ
Acının arındırıcı yönünü en çok fark ettiğimiz anlar genellikle “en çaresiz hissettiğimiz” anlardır. O anlarda elimizden hiçbir şey gelmez. Direncimiz tükenir. Ve tam orada, içimizde bir şey değişir: Kontrolü bırakırız. İşte bu teslimiyet, dönüşümün kapısını aralar. Raskolnikov’un da yaşadığı buydu. Kendi dehasıyla her şeyi çözebileceğini sanarken, acının ağırlığı onu teslimiyete götürdü. Ve teslimiyet, yıkılışın değil, yeniden doğuşun başlangıcı oldu. Gündelik hayatta biz de acıyı çoğu zaman düşmanımız gibi görürüz. Oysa belki de acı, bize sabrı, merhameti ve şefkati öğreten bir kılavuzdur. Kalbimiz kırıldığında, başkalarının kalbini incitmenin ne kadar ağır olduğunu daha iyi anlarız. Kaybettiğimizde, sahip olduklarımızın değerini öğreniriz. Yanıldığımızda, hakikatin ne kadar kıymetli olduğunu kavrarız. Acı, insanı derinleştirir. Acı çekmeyen ruh yüzeyde yaşar. Ama acının fırtınasından geçen ruh, denizin dibine dalar, orada saklı incileri bulur. Bu yüzden Dostoyevski, acıyı sadece bir “ceza” olarak değil, insanın ruhsal olgunluğa giden yolunda bir “arınma” olarak da sunar. Çünkü gerçek olgunluk, kitaplardan değil; kalbin çırpınışlarından öğrenilir. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında gördüğümüz gibi, acı bazen insanın üzerine çöken bir karanlık gibi görünür. Ama o karanlığın içinde ışığın izleri vardır. Raskolnikov’un en büyük dönüşümü, kendi içindeki acıyla yüzleşmesinden doğdu. Kaçtıkça büyüyen yük, kabul ettikçe hafifledi. Ve en sonunda, suçun gölgesinden değil, acının öğrettiği derinlikten yeniden doğdu.
SINAVLARDAN GEÇİYORUZ
Biz de hayatlarımızda benzer sınavlardan geçiyoruz. Kaybettiğimizde, yanıldığımızda, kırıldığımızda içimizdeki ses çoğu zaman fısıldıyor: “Bu son.” Oysa o an, belki de yeni bir başlangıcın işaretidir. Acı, bize kırılganlığımızı hatırlatır ama aynı zamanda dayanıklılığımızı da gösterir. Kalbimiz kırıldığında, oradan daha çok ışık sızar. Belki de asıl mesele, acıya direnmek yerine onunla oturabilmektir. Onu düşman gibi görmek yerine, bir öğretmen gibi dinleyebilmek… Çünkü acı, bize kendi gerçeğimizi anlatır. Sahte güçlerimizi, kibirlerimizi, maskelerimizi bir bir yıkar. Ve geriye daha sade, daha hakiki, daha merhametli bir ben bırakır. Hepimizin içinde Raskolnikov’a benzer bir taraf vardır. Hata yapan, pişman olan, vicdanıyla boğuşan… Ama aynı zamanda hepimizin içinde yeniden doğmaya hazır bir taraf da vardır. İşte acının arındırıcı yönü, bu ikinci tarafı uyandırır. Acı, hayatın bize attığı darbeler değil, içimizde saklı cevheri açığa çıkaran çekiçtir. Çünkü çekiç, taşı parçalar ama içindeki taşı değil; yalnızca kabuğu kırar. Biz kırıldığımızda aslında yok olmuyoruz, sadece üzerimizdeki kabuklar dökülüyor. Kırıldığında, aslında yeniden şekilleniyorsun; tıpkı ustanın elinde yoğrulan bir heykel gibi… Yıkıldığında, aslında kök salıyorsun; toprağa düşen tohum misali, karanlığa gömülüyorsun ama oradan yeni bir yaşam filizleniyor. Ve düştüğünde, aslında son bulmuyorsun; tam tersine yeni bir yolun eşiğine varıyorsun. Çünkü hayat, düşüşlerle bize yön değiştirtiyor. Yokuş aşağı sandığımız an, aslında başka bir zirveye çıkan patikanın başlangıcı olabiliyor. Acı bu yüzden düşmanımız değil; bize kim olduğumuzu, ne kadar güçlü olduğumuzu ve hangi yollara gidebileceğimizi hatırlatan bir dosttur.