Devrimci bir babanın savaşı – İLKER GEZİCİ

spot_img


Yılın en merak edilen filmlerinden biriydi Savaş Üstüne Savaş. 8 kez Akademi Ödülleri’ne aday gösterilmiş Amerikalı yönetmen Paul Thomas Ansderson‘un, Akademi ve BAFTA ödüllü oyuncular Leonardo DiCaprio, Benicio del Toro ve Sean Penn‘i buluşturduğu film için çok önceden “Yılın en iyi filmi geliyor” tanımlamaları yapılmıştı. Dolayısıyla beklentiler çok büyüktü. O halde sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: film bu beklentileri fazlasıyla karşılıyor. 2.5 saati aşan süresine rağmen düşmeyen temposu, oyunculukları, rejisi ve katmanlı hikâyesiyle Savaş Üstüne Savaş, yılın en iyi filmi listesinide zirvesinde oynamayı hak ediyor. Nitekim bir çok dalda Oscar için adaylık alması muhtemel.

Anderson’ın, Thomas Pynchon‘ın 1990 tarihli Vineland romanından yola çıkarak, yazıp yönettiği film eski bir militan olan Bob Ferguson‘ın (DiCaprio), kızı Willa’yı (Cahse Infiniti) korumak için eski düşmanı (Sean Penn) ile yeniden yüzleşmesini konu alıyor. Bob, geçmişte devrimci bir mücadele vermiş ama şimdi ise bağımlılık etkisiyle paranoya içinde yaşayan bir adamdır. Kızı Willa ile birlikte, dünyadan izole bir yaşam sürmektedirler. Ancak kötü düşmanı yıllar sonra tekrar ortaya çıkınca, Willa kaybolur. Bob, hem babalık hem de geçmişin izlerini silme çabasıyla kızı Willa’yı bulmak için mücadele eder. DiCaprio’nun başrolünü üstlendiği filmde ayrıca Regina Hall, Teyana Taylor, Chase Infiniti, Wood Harris ve Alana Haim gibi isimler yer alıyor.

Film bir aksiyon-gerilim sınırında yol alırken, aynı zamanda politik söylem de taşıyor. Örneğin daha açılış sahnesinde göçmen toplama merkezinden mahkûmları kurtaran devrimci grup, modern Amerika’nın göçmen politikalarına ve güvenlik devlet yapısına doğrudan göndermelerde bulunuyor. Anderson, filmini güncel siyasal kutuplaşma, oto-politik şiddet, ideallerin erozyonu gibi meselelerle yüzleştiriyor. Ancak film, kutuplaşmayı basit bir iyi-kötü ayrımıyla ele almak yerine gri alanlara bırakıyor. Karakterler arasındaki çekişme, suçlamalar, ihanetler, sevgi ve koruma arzuları, fikirle duygunun çatışmasını besliyor. Ayrıca film, medya, semboller, şiddet dili, kimlikler gibi kavramlara atıfta bulunan katmanlı bir yapı sunuyor. Bu bakımdan Anderson, doğrudan propagandaya kaymak yerine, izleyeni düşünmeye zorlayan bir metin yaratmayı tercih ediyor. Bu tercih de karşılık bulmuş gibi. Nitekim, çok rahatsız edici bir konuyu, parodiye fazla dalmadan komik, sıra dışı ve heyecan verici hale getirmeyi başarmasıyla övülüyor Anderson.

ETKİLİ OYUNCULUKLAR

Leonardo DiCaprio’nun karakteri üzerinden kurulan “ideal ile suçluluk, koruma ile isyan, baba-kız ilişkisi ile siyasal aidiyet” arasındaki gerilimi izlerken, Anderson izleyicisini hem eğlendiriyor hem de düşündürüyor. Savaş Üstüne Savaş, Anderson’ın kariyerindeki en pahalı ve en büyük ölçekli yapım. Ama aynı zamanda onun auteur çizgisinden kopmayan bir film. Zamanla oynama, geçmiş ve şimdi arasında geçişli anlatılar, karakterlerin idealler ile zayıflıkları arasındaki çatışmalar gibi Anderson’ın alışıldık sinema dilinin bu filmde zirve yaptığını söylemek mümkün. Özellikle dakikalar süren ve filmin de kırılma noktalarından birini oluşturan 3 arabalı takip sahnesi öne çıkıyor. Bob’un kızını öldürmek isteyenleri takip ettiği o etkileyeci sahne sadece bu filmin değil sinema dünyasının unutulmaz sahneleri arasına adını yazdırıyor. Filmi yukarı taşıyan bunun gibi yönetmen dokunuşları dışında oyunculuk performanslarına da değinmek gerekiyor. DiCaprio, geçmişin militanı ile bugünün yorgun babası arasında gidip gelen karakterin hem aksiyon hem de dramatik sahnelerdeki karmaşasını büyük başarıyla taşımış durumda. Teyana Taylor’ın canlandırdığı Perfidia Beverly Hills karakteri, devrimci ideallerin ateşli temsilcilerinden biri. Özellikle filmdeki ilk sekanslarda, toplama kamplarından göçmenleri kurtarma sahnesiyle dikkat çekiyor. Sean Penn, filmde Albay Steven J. Lockjaw olarak kötü karakteri temsil ediyor. Penn’in karakteri, hem ideolojik düşman hem de psikolojik bir tehdit unsuru özellikle Perfidia ile olan ilişkisi film boyunca hem fiziksel hem metaforik çatışmayı derinleştiriyor. Karakterin acımasızlığını, arzusunu ve hırsını başarıyla aktaran Penn müthiş bir performans göstererek ödüllere göz kırpıyor.


DİCAPRİO MEYDAN OKUMAYA DEVAM EDİYOR

Leonardo DiCaprio, kariyerinin her evresinde risk almayı seçmiş, sinemayı yalnızca popülerlik değil, aynı zamanda sanatın sınırlarını zorlayan bir mecra olarak gören bir oyuncu. Titanik’le başlayan popülerliğin üzerine sadece yakışıklılığı değil oyunculuğuyla da koyan bir aktör… Paul Thomas Anderson’ın son filmi Savaş Üstüne Savaş, bu yolculuğun bir tür özeti, hatta yeniden doğuşu gibi. 50 yaşındaki DiCaprio’nun kariyerine baktığımızda, Hollywood’un en büyük yönetmenleriyle defalarca çalıştığını görüyoruz: Martin Scorsese Göklerin Hakimi (The Aviator), Köstebek (The Departed), Zindan Adası (Shutter Island) ve son olarak 2023 yapımı Dolunay Katilleri (Killers of the Flower Moon), Quentin Tarantino ile 2019 yapımı Bir Zamanlar Hollywood’ta (Once Upon a Time in Hollywood) ve Alejandro González Iñárritu ile kendisine Oscar getiren 2015 yapımı Diriliş (The Revenant)…

Şimdi bu listeye Paul Thomas Anderson eklendi. Bu işbirliği, DiCaprio’nun filmografisinde yalnızca prestijli bir satır değil, aynı zamanda onun oyunculuk vizyonunu genişleten yeni bir meydan okuma ekliyor. Çünkü Anderson’ın sineması, aktörlerini yalnızca rol oynamaya değil, onları birer varoluş sorusuna dönüştürmeye davet ediyor. Savaş Üstüne Savaş’taki Bob Ferguson da, DiCaprio’nun oyunculuğuna yeni bir ton ekliyor. Karakter, bir yandan ideallerinden vazgeçmiş bir adamın pişmanlıklarını taşırken, diğer yandan kızını koruma içgüdüsüyle hâlâ savaşmaya mecbur. Anderson’ın politik aksiyon dili, bu ikiliği hem fiziksel hem de duygusal olarak sert biçimde açığa çıkarıyor. Film boyunca Ferguson’un en büyük çatışması, ideallerinden çok babalık duygusunda yatıyor. Bu, DiCaprio’nun Diriliş’teki hayatta kalma güdüsüyle, Zindan Adası’ndaki kırılgan ruh halinin birleşimi gibi. DiCaprio, Oscar’ını aldıktan sonra güvenli sularda yüzebilirdi. Ancak bu film onun hâlâ meydan okuma aradığını, kariyerini politik, toplumsal ve sanatsal sorularla beslemek istediğini gösteriyor. Hatta Onu 90’ların genç idolünden, 2000’lerin Scorsese’nin favori aktörüne, 2010’ların Oscar’a taşıyan yolun, şimdi Anderson’ın sert, ironik ve çok katmanlı evreninde yeni bir aşamaya evrildiğini söylemek mümkün. Dolayısıyla bu film, DiCaprio’nun yalnızca yıldız gücünü değil, oyunculuğun sınırlarını arayan bir sanatçı kimliğini de öne çıkarıyor. Kariyerinin belki de en olgun çağında bu film, onun da kendi kariyerine açtığı bir ayna gibi. Bakalım yakışıklı oyuncu bu rolden sonra kariyerine nasıl bir yön verecek?



Source link

spot_img

benzer haberler

spot_img