Geçtiğimiz günlerde cemiyet hayatının bekar genç çiftleriyle bir arada oturuyordum.
Sohbet kendi akışında ilerlerken içlerinden biri bir itirafta bulundu.
Bebek’te gittiği bir süpermarkette alışveriş esnasında süt, domates, peynir çeşitleri arasında dolaşırken biriyle tanıştığını anlattı. Ne sosyal medya, ne dijital dünya… Hiçbirini kullanmadığını; artık eski usul tanışmaların daha değerli geldiğini söyledi. Ve o an şunu fark ettim: Zaman gerçekten geriye dönüyor. Eski alışkanlıklar, eski nesil flörtler yeniden gündemde.
Eskiden insanlar gece hayatında tanışırdı. Bir kulübün ışıkları altında, kalabalığın içinde bir an göz göze gelmek bile yeterliydi. Tanışmalar hızlıydı, sohbetler yüksek sesle, bağırarak yapılırdı. Kimin ne dediği çok önemli değildi; önemli olan ritim, müzik ve akıştı. Ama bugün Avrupa şehirlerine baktığımda bambaşka bir manzara görüyorum.
İnsanlar artık kalabalığın ortasında flört etmiyor; sessizliğin içinde, gündelik hayatın tam ortasında karşılaşıyor. Gece hayatının yerini “low-key places” aldı. Yani aşırı göz önünde olmayan, yüksek tempolu olmayan, sade ama samimi mikro mekanlar…

YENİ FLÖRT ALANI ÇOK HAVALI
Kütüphaneler bugün Avrupa’nın yeni flört alanı hâline geldi. Amsterdam’daki “Human Library” etkinliklerinde insanlar bir kitabı ödünç almak yerine birbirlerini ödünç alıp sohbet ediyor. London British Library’de bir masanın karşısına oturmuş iki yabancının, bir kitap üzerinden yakınlaştığını görmek artık şaşırtmıyor. Paris’in Shakespeare & Co köşesinde beklerken tanışan insanlar var. Berlin’in ikinci el kitapçıları gençlerin buluşma noktası. Bir de market var.
Reyonda aynı ürüne uzanan iki insanın arasındaki o minik duraklama, Instagram filtrelerinden daha gerçek, daha sıcak. Avrupa’da buna “meet-cute at the grocery store” diyorlar. Çünkü artık bu küçük karşılaşmalar bile romantizmin yeni başlangıç noktası sayılıyor. Aslında tüm bu dönüşümün altında çok net bir duygu var: Dijital dünyadan biraz sıkıldık.
Sürekli bildirim, sürekli swipe, sürekli DM…
Her şey hızlı, her şey anlık, her şey yüzeysel.
İnsanlar artık yavaşlamak, gerçekten tanışmak, gerçekten bir yüz görmek istiyor. Gürültülü kulüplerin yerini sessiz odalar alıyor. Sahte kalabalıkların yerini küçük, gerçek karşılaşmalar…
Gösterişli flörtlerin yerini eski usul bir “merhaba” ve doğal bir sohbet. Ve belki de modern romantizm dediğimiz şey, en eski yöntemlere geri dönmekten başka bir şey değil. Kitapçının arasında başlayan bakışlar, market reyonunda doğan tesadüfler, kütüphanenin sessizliğinde kurulan bağlar…
Bütün bu low-key alanlar, insanın kalbini yormayan, abartısız ama derin birlikteliklerin yeni adresi oldu.
Dijital çağ bize hız kazandırdı ama duyguları basitleştirdi.
Şimdi yeni nesil, duygularını geri almak için eskiye dönüyor: Sadelik, sessizlik ve gerçek karşılaşmalar…
Kısacası: Low-key places, yeni neslin en yüksek duygularını taşıyor.

TÜRKİYE’DE TREN ROTALARI İÇİMİZDEKİ SESSİZ KEŞİF
Bizde de trenin kendi hikâyesi var. Ankaraİstanbul hızlı treni, bir süredir iş insanlarının, öğrencilerin, yaratıcı üreticilerin ‘en verimli çalışma alanı’ hâline geldi.
Tam bir work-on-the-go alanı: priz, masa, sessizlik, internet… Office-at-300-km hız. Ama asıl romantizm Anadolu’da…
– DOĞU EKSPRESİ-KARS: Sadece bir yolculuk değil, kendi başına bir kültür hâline geldi. Buzlu manzaralar, uzun ray sesleri, vagon sohbetleri…
– VAN GÖLÜ EKSPRESİ: Daha az kalabalık ama bir o kadar büyüleyici.
– İZMİR MAVİ TREN: Ege’ye doğru yumuşak bir geçiş.
– PAMUKKALE EKSPRESİ: Yazın ayrı güzel, sonbaharda ayrı.
SESSİZ LÜKSÜN YENİ TANIMI
Bugün Londra-Paris, Amsterdam- Brüksel, Milano-Zürih gibi rotalar, uçaktan çok trenle seyahat edilen hatlara dönüşüyor. Neden mi?
Çünkü tren şehir merkezinden kalkıyor, şehir merkezine varıyor. Uçak gibi; havalimanı, kontrol, bagaj, kuyruk, bekleme, transfer derdin yok.
Hele Londra-Paris Eurostar’ı…
Sadece 2 saat 16 dakika. Uçağın tüm yorucu ritüellerini toplasan bundan daha uzun sürüyor. Milano’dan Zürih’e giderken Alplerin arasından geçmek…
Amsterdam’dan Paris’e doğru çiçek tarlalarının içinden akmak… Berlin- Prag hattında sabah sisini izlemek…
Artık manzaranın kendisi seyahatten daha değerli.
Yolun kendisi bir tatil. Avrupa’da tren istatistikleri de bunu doğruluyor:
Önümüzdeki beş yılda insanların uçak yerine daha çok tren tercih etmesi bekleniyor. Bunun adı: slow travel.
Ama yavaşlık, bugünün modern lüksü.
BU TREND BİZE NE SÖYLÜYOR?
Türkiye’nin trenleri hâlâ uçak gibi koşmuyor; o yüzden insanlar tren yolculuğunun o ‘sakin nefesini’ arıyor. Bizde de Avrupa’daki gibi yeni bir dönüşüm var: “Seyahat ederken hikâye biriktirmek.” İnsanların ritmi değişiyor. Dijital hızdan kaçmak, sessizlikte düşünmek, yolun kendisini deneyimlemek… Tren, yeni nesil seyahat anlayışının simgesi. Uçakta herkes kulaklığını takıyor; kimse kimseyle konuşmuyor. Ama tren başka.
Yan koltukta biriyle sohbet edersin, vagonun ortasında manzarayı birlikte izlersin, yemekli vagonda tanımadığın biriyle aynı masaya oturursun. Aynı Avrupa’da markette, kütüphanede başlayan o low-key tanışmalar gibi; trenlerde de düşük tempolu ama yüksek samimiyetli karşılaşmalar oluyor. Bu yüzden tren, yeni romantizmin taşıtı.
HİSSEDEREK YOLCULUK DÖNEMİ BAŞLIYOR
İstanbul’dan Sofya’ya gece treni, Sofya’dan Belgrad’a bağlanan hat, Belgrad’tan Viyana’ya uzanan Avrupa koridoru… Yakında çok daha aktif kullanılacak. Bu rotalar genişledikçe, biz de Avrupa’daki slow travel kültürüne daha fazla dahil olacağız. Şimdiden bile yurt dışı vloglarında “uçak yerine trenle Balkan turu” içerikleri patlıyor.
ÇÜNKÜ BİZ DEĞİŞTİK…
Tren yolculuğu uçak hızını, dijital yoğunluğu, kalabalığı bir kenara bırakıp, rayların üzerinde kendi ritmini bulma hâli. Avrupa bunu erken fark etti; Türkiye şimdi yakalıyor. İnsanlar artık bir yere varmaktan çok, nasıl vardığına önem veriyor. Tren, bu sorunun en güzel cevabı: Rahatça, düşünerek, hissederek… Yeni seyahat trendi bu. Trenler geri döndü. Belki de hiç gitmemişti.


















