Yine bir sonbahar sabahı ve ben yine İzmir’deyim… Şehir güne yeni uyanıyor. Yok, öyle sabahın yedisi sekizi değil saat dokuzu çoktan geçmiş. Ama İzmirliler öyle kurallara pek sıkışmazlar. Mesailer burada erken başlamaz. İnsanlar keyifle başlar güne, gülerek, tebessümle… Burada şehrin sıcaklığı insanlarına yansımıştır. Mesela otobüs durağındaysanız ve beş dakika beklediyseniz size illa ki selam verip, küçük bir sohbet konusu açmışlardır. Ne de olsa sizinle durak arkadaşı olmuşlardır. İşte bu sıcaklıktır belki de bana sonbaharın hüzünlü yüzüne rağmen İzmir’i sevdiren.
İMBATI AYRI GÜZEL
Tabi bir de imbatı var, Ege Denizi’nin maviye bulanmış kokusunu taşıyan ve hoş geldin dercesine saçlarınızda dolanan, sarıp sarmalayan. Hele sabahın erken saatleriyse, hele güneş ışıklarını denizin üzerinde yakamozlarla dans ettiriyorsa… Hele bir de bu rüzgâr İzmir’in o meşhur boyozunun taze kokusunu burnunuza çaldıysa ve Konak İskelesi’ndeki küçük kafede çayın buharı üstündeyse… Ve kafenin güler yüzlü insanları size sımsıcak bir ‘hoş geldiniz’ diyorsa, bu şehri nasıl sevmezsiniz?
ÖĞLEN HAREKETLİ
Gün öğleye yaklaştıkça daha da hareketlenir Konak. Özellikle de fotoğrafları süsleyen, Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yıldönümüne yetiştirilmek üzere 1901’de bazı parçaları yurt dışından getirilerek inşa edilen ve Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından hediye edilen İzmir’in alımlı Saat Kulesi’nin olduğu meydan…
AYRI BİR RENK
İskeleden Saat Kulesi’ne giden kısacık mesafe ise İzmir’in ayrı bir rengini serer gözlerimin önüne. Çiçekçisi, mısırcısı, işportacısı, midye dolmacısı… Denizden yeni çıkmış, sıcak sıcak midye dolmalardan birkaç atıştırdıktan sonra kulenin önüne gelirim sanki bir randevum varmışçasına. Çimenlere kısa bir siesta için uzananlar, güvercinleri yakalamaya çalışan küçük sevimli çocuklar, kulenin mermer kubbeli çeşmesinden serinlemek için elini yüzünü yıkayanlar ve tabi kulenin önünde fotoğraf çekilen turistler… Turistler diyorum; çünkü İzmirliler bu kulenin önünde fotoğraf çekilmezler. Onlar bu güzelliğin fotoğrafını bellekleriyle çekmişlerdir aslında; bu güzel şehirden uzaklaşıp gözlerini her kapattıklarında buluşmak için bu anla…
LABİRENT GİBİ
Derken sesler gelir kulaklarıma. Kemeraltı’nın seslenişidir bu. Kemeraltı’nın hemen her sokağı Konak’a çıkar ya işte o sokakların birinden dalarım Kemeraltı’na. Her gün düzenli olarak kurulan koca bir pazaryeri gibidir Kemeraltı. Sesleri birbirine karışır. ‘E’leri uzatarak, biraz farklı bir şive ile seslenirler: “Ne aramıştın abla, buyur buradan bakalım sana…” Türkiye’nin en iyi pazarlamacıları bu çarşıdadır. Hiç ihtiyacın yokken bir pantolon, ayakkabı ya da gömlek almaya ikna edebilirler insanı. Önümü kesen satıcılardan yol alabildikçe ilerlerim, nereden girip çıkacağımı bilmeden çünkü Kemeraltı kocaman bir labirent gibidir. Onun için hiçbir zaman ezberleyememişimdir bu çarşının sokaklarını, rastgele girer çıkar, kaybolur ve tekrar yolumu bulurum.
BİR AVLUDA SOLUKL ANMA K
Kızlarağası Hanı, girer girmez ışıl ışıl görüntüsüyle büyüler insanı. Zümrüt yeşili altın sarısına karışır, el dokuma halılar ipek kumaşlara, otantik takılar güzel hatıralıklara… Taş duvarlar tarihi anlatırcasına yorgun ama dimdik ayakta… Ve avlusundan şen kahkahalar yükselir, Kemeraltı’ndan gelip yorgunluğunu atan insanların. Elmalısından kavunlusuna nargilenin o enfes kokusu fincanda pişen Türk kahvesinin kokusuna karışır. İşte bu eşsiz koku bana dinlenme zamanını hatırlatır. Sade kahveme eşlik eder bitter çikolatam, yanında falı cabası. Değmeyin keyfime. Bu keyfi biraz daha uzatmak için fal benim için eşsiz bir bahane…
ŞEHRİN HATIRA DEFTERİ
Kahvemi bitirdikten sonra rotamı eski hatıraların izinde fuar alanına çeviririm. Zeki Müren’in, Ajda Pekkan’ın, Bülent Ersoy’un sahne aldığı, milyonları ağırlayan o fuar… Şimdi fuar zamanı değil ama lunapark cıvıl cıvıl. Hayvanat bahçesindeki çocuklar şaşkın, kuğulu havuzlar fotoğrafçıların favorisi. Derken kendimi Sevgi Yolu’nda bulurum. Üniversiteli gençler kendi yaptıkları takıları sergiler, kimi resim yapar, kimi karikatür… Sanatın sokakla buluştuğu, umudun ince ince işlendiği bir yol burası.
İZMİR HER MEVSİM GÜZEL
Artık güneş gökyüzünü terk etti. Karşıyaka’nın ışıkları birer ateşböceği sanki… At arabaları süslenmiş püslenmiş şehri gün içinde keşfedemeyenleri bekliyor. Bense İzmir’in koynunda sonbaharın hüznünü çoktan unuttum. Daha gidecek yerim vardı elbet: İnciraltı’nda kumru yemek, teleferikle İzmir’i seyretmek, Asansör’de Dario Moreno’nun şarkısını mırıldanmak, Kadifekale’ye tırmanmak, Karşıyaka’da gün batırmak… Ama İzmir’den ayrılmak kolay değil. Olsun… Yine gelirim. Belki başka bir sonbaharda, belki ılık bir kış sabahında… Belki baharda çiçekler içinde ya da yazın kavurucu sıcağında… Çünkü İzmir, her mevsim ayrı güzel.
KORDON’DA BİR SON
Güneş yönünü batıya dönüp de gökyüzünü terk etmek için hazırlandığında benim için de Kordon saati gelmiş demektir. Kordon’un keyfine doyum olmaz bu saatlerde. Güneşin turuncu ışıkları denize yansır, pembeli morlu bulutlar gökyüzünde dans eder. Deniz bu manzara karşısında heyecanlanır, dalgalar coştukça coşar bu heyecanla daha da hızlı çarpar kıyıya. Rüzgâr gündüzün son demlerini yaşatır, serinliğiyle gecenin haberini verircesine. Kordon’un denize manzaralı sıra sıra dizilmiş cafelerinde, işten çıkmış insanlar eşleri dostları ile derin bir muhabbette. Hani sorarlar ya İzmir’in kızları gerçekten güzel mi diye ben bu soruyu gereksiz bulmuşumdur çünkü İzmir’in kızları güzeldir ve bunu gözüyle görmek isteyenler için Kordon’da küçük bir yürüyüş yeterlidir. Güzellikleri nereden derseniz şehrin neşesi, havası ve suyundan elbette.