Göğsümüzdeki kaygının sessiz çığlığı! – Yazarlar Haberleri

spot_img


Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşıma geçen gün yolda rastladım. Elinde bilgisayar çantası, kulağında karşı tarafa alelacele bir şeyler anlatmaya çalıştığı cep telefonu ve koşarcasına attığı adımları… Göz göze geldiğimizde bir an duraksadık ve telefon görüşmesi bitince kucaklaştık. ” Nasılsın?” sorusunun cevabı az önceki sahneyi özetler nitelikteydi : ”Ne yapalım Gülşen, koşturuyoruz; sen? ”

Durup bir an düşündüm çünkü aynı soruya verdiğim cevap son günlerde benim de hep aynı : ”Ne yapalım, koşturuyoruz işte; sen ?”

Gün içinde bize yetmeyen 24 saatlik zaman dilimi, bu dilime sığmayan sorumluluklar, her an yetişmeye çalıştığımız sosyal hayat, dünya çapında yaşanan felaketler, siyasi belirsizlikler, doğal afetler ve sosyal medyada sürekli gördüğümüz kötü haberler, kaygı seviyemizi artıran faktörler arasında… Son yıllarda hepimiz bir şekilde kaygıyı daha yoğun hissetmeye başladık. Özellikle pandemi sonrası bu kaygı, sadece bireysel değil toplumsal bir hâl aldı. Peki, kötü olaylar, sosyal medyada gördüğümüz haberler ve bunlara bağlı yayılan spekülatif içerikler kaygımızı nasıl etkiliyor? Bireysel ve toplumsal düzeyde bu olumsuzluklarla nasıl başa çıkabiliriz?

KÖTÜ OLAYLARIN ÜZERİMİZDEKİ ETKİSİ

Kaygı, aslında yalnızca düşünsel bir yük değil, bedensel bir baskı da yaratıyor. Göğüs kafesimizde sıkışan, nefes almakta zorlanmamıza sebep olan bir baskıdır kaygı…

Türkiye’de son yıllarda, yaşadığımız doğal felaketler, terör olayları ve siyasi belirsizlikler, kaygımızı tetikleyen başlıca unsurlar oldu. 2021 yılında İzmir’de yaşanan deprem, orman yangınları, ardından gelen sel felaketleri ve son olarak 2023’teki Kahramanmaraş depremi, hepimizi derinden etkileyen olaylardı. Bu olaylar, yalnızca fiziksel anlamda değil, psikolojik olarak da yıkıcı oldu. Özellikle depremler gibi doğa olayları, sadece evinizi ya da çevrenizi değil, güven duygunuzu da sarsıyor. “Bana ne zaman gelir?” sorusu kafanızdan bir an olsun çıkmıyor. Kahramanmaraş depreminin ardından Türkiye’nin dört bir yanındaki artçı sarsıntılar, birçoğumuzu kaygı içinde bıraktı.

Deprem, sel, orman yangını gibi olaylar, hayatımızda belirgin bir değişiklik yaratmasa da zihnimizde derin izler bırakabiliyor. Sürekli geleceği düşünmek, olabilecek bir başka felaketi öngörmeye çalışmak, kaygıyı derinleştiriyor. Bu tür olaylar, güvensizlik hissini de beraberinde getiriyor. Bir sonraki felaketin ne zaman geleceği düşüncesi, insanı zihinsel olarak yoruyor. Hepimizin daha çok düşündüğü, daha çok endişelendiği bir çağda yaşıyoruz. Kaygı, sadece anlık bir tepki değil, bir yaşam biçimi halini alabiliyor. Maalesef son yıllarda da çığ gibi gittikçe büyüyor.

Bu yüzden kaygıyı basit bir “endişe” olarak görmek, çok da doğru değil. Kaygı, bir noktada vücuda da zarar verir hale gelir. Uykusuzluk, baş ağrıları, karın ağrıları, kalp çarpıntıları… Kaygı, günlük yaşantımızı engellemeye başlayabilir.

Kimi zaman kaygı o kadar yoğun olur ki, dışarıya yansımaz. Yani, hayatımıza dair her şey düzenli bir şekilde devam ediyormuş gibi görünür, ama içsel dünyamızda fırtınalar kopar. Çevremizdekiler kaygıyı bizden görmekte zorlanır. İyi bir performans gösteriyor, her şey yolundaymış gibi görünüyoruz. Ama o an, içsel bir gürültü var: “Ya bu işler ters giderse? Ya başarısız olursam? Ya kaybedersem?” Bu çığlıklar aslında bizim içimizde çırpınırken, bir noktada susuyoruz. Suskunluğu, göğsümüzde sıkışan bir yükle hissediyoruz.

SOSYAL MEDYA VE KAYGI

Kaygıyı artıran önemli bir diğer unsur da sosyal medya. Her gün, dünyanın dört bir yanındaki felaketlerin haberi sosyal medyada hızla yayılıyor. 2023’te İstanbul’daki büyük sel felaketi, sosyal medyada anında yayıldı. Felaketin hemen ardından sosyal medya üzerinden yapılan paylaşımlar, felaketin büyüklüğünü olduğundan fazla gösterdi. Ancak bir başka sorun da, bu haberlerin çoğunun spekülatif, abartılı ve asılsız olması. Bu tür içerikler, kaygıyı daha da artırabiliyor.

Sosyal medya, bir yandan hızlı bilgi akışı sağlasa da, diğer yandan kötü haberlerle besleniyor. Her an bir felaket, bir felaketin haberi, hayatımızı tehdit ediyormuş gibi hissettirebiliyor. Özellikle Türkiye’deki orman yangınları, sel felaketleri gibi olayların ardından sosyal medyada “Her an bir yangın başlayabilir”, “Bu yılın sonuna kadar büyük bir deprem bekleniyor” gibi asılsız söylentiler hızla yayıldı. Bu tür paylaşımlar, insanları daha da endişelendirebiliyor. Bir yanda kötü haberler paylaşıldıkça kaygı artıyor, diğer yanda da felaketin doğru olup olmadığına dair belirsizlik insanın zihnini yoruyor. Oysa çoğu zaman bu haberler, gerçeklikten uzak, abartılmış ve kontrolsüz bir şekilde yayıldığı için kaygıyı daha da derinleştiriyor.

SPEKÜLATİF HABERLERİN KAYGIYI ARTIRAN ROLÜ

Türkiye’de son yıllarda, felaketlerin hemen ardından yayılan spekülatif haberler, kaygıyı artıran bir diğer etken oldu. Bu haberler genellikle duygusal tepkileri manipüle eden, doğruluğu belirsiz başlıklarla yayımlanıyor. Gazete manşetlerinin birçoğu korku filmi afişinden çıkmışçasına empatiden uzak… 2023’te Kahramanmaraş depreminin hemen sonrasında, sosyal medyada “İstanbul’u büyük bir deprem vuracak, bekleniyor” gibi asılsız söylentiler hızla yayıldı. Bu tür spekülatif haberler, toplumun psikolojik yapısını zorlayabiliyor. İnsanlar, asılsız da olsa “Deprem her an olabilir” gibi söylentilere itibar ettiklerinde, bu korku ve kaygı yaratıyor. Yani, kaygı, sadece gerçek felaketlerden değil, bunlara dair yayılan abartılı ve yanıltıcı haberlerden de besleniyor. Sosyal medya, bu tür içeriklerin hızla yayılmasına neden olduğu için, panik havası yaratıyor. Herkesin bir felaketin eşiğinde olduğu düşüncesi, toplumu gergin hale getiriyor.

İLETİŞİMSEL ETKİLER

Kötü haberlerle karşılaştığımızda, bu haberleri paylaştığımızda, sadece kendimizi değil, başkalarını da etkiliyoruz. Türkiye’de sosyal medya kullanıcıları, genellikle felaket haberlerini paylaşırken, kaygıyı artıran söylemleri tercih ediyorlar. Bu paylaşımlar, bir yandan rahatlatıcı olabilir, ancak sürekli olarak kaygıyı artıran bir dil kullanıldığında, bunun toplumsal etkisi çok daha büyük oluyor. Özellikle, felaket sonrası paylaşılan “Büyük felaketlere hazırlıklı olmalıyız” şeklindeki içerikler, panik havası yaratıyor. İnsanlar kaygılarını birbirleriyle paylaşıp, bu kaygıları daha da büyütüyorlar.

Bu noktada, toplumsal kaygının nasıl yayıldığını görmek de mümkün. Kötü haberlerin sürekli olarak paylaşıldığı bir ortamda, kaygı daha hızlı yayılıyor. 2019 yılında İstanbul’da yaşanan büyük deprem korkusu, sosyal medya sayesinde hızla yayılmıştı. İnsanlar, her an “Büyük Deprem” düşüncesiyle yaşarken, kaygı daha da büyümüştü. Bu tür içerikler, insanların sürekli olarak “Acaba ben de hazırlıklı mıyım?” sorusunu sormasına yol açtı. Bu da toplumsal düzeyde kaygıyı daha da derinleştirdi.

NE YAPABİLİRİZ?

Peki, tüm bu kötü haberlerle ve spekülatif içeriklerle nasıl başa çıkabiliriz? Kaygıyı yönetmek, sadece kötü haberleri görmekten kaçınmakla ilgili değil. Kaygıyı azaltmak için birkaç basit adım atabiliriz:

  • Bilinçli sosyal medya kullanıcısı olmak: Özellikle kaygı yaratan haberleri sürekli takip etmek, kaygıyı artırır. Sosyal medyada bilgiye ulaşırken, güvenilir ve denetlenmiş kaynakları tercih etmek önemli.
  • Farkındalık yöntemleri: Kaygıyı yönetmek için farkındalık ve meditasyon gibi teknikler, zihinsel sağlığımızı korumaya yardımcı olabilir.
  • Pozitif içeriklere yönelmek: Kötü haberlerin yoğun olduğu sosyal medyada, ilham verici ve pozitif içeriklere odaklanmak kaygıyı dengeleyebilir.
  • Toplumsal empati yapmak: Kötü haberlerin etkisini hafifletmek için daha sağlıklı bir dil kullanmak ve toplumsal sorumluluk bilinciyle paylaşım yapmak da kaygıyı azaltabilir.

Aslında kaygıyı yönetebilmek, her şeyden önce bizim elimizde sevgili okur… Kaygıyı bir düşman değil, bir öğretmen olarak görmek, onu nasıl yönetebileceğimizi öğrenmek, sağlıklı bir zihinsel denge için en önemli adımdır.



Source link

spot_img

benzer haberler

spot_img