Son birkaç güne damgasını vuran İran-İsrail gerginliği, özünde zaten hayli karmaşık bir jeopolitik gerginlik iken, esasen bünyesinde görünenden daha da derin anlamlar taşıyor. Öncelikle, 21. Yüzyıl’ın ilk çeyreğini geride bıraktığımız şu günlerde, tüm bir Soğuk Savaş döneminde geçerli olan ‘vekalet savaşları’nın tarz ve seviye değişimi geçirdiği bir döneme giriyoruz. Bir hatırlatma, Soğuk Savaş‘tan bahsettiğimizde, bu dönemin 1991’de bitmediğini; esas Başkan Trump’ın ikinci başkanlık döneminde ‘gerçek manada’ Soğuk Savaş’ın bittiğini vurguladığımızı atlamayalım. Bu nedenle, ‘yeni nesil’ veya ikinci bir Soğuk Savaş dönemine geçiş anlamına gelecek bu yeni dönemde, artık yerel, bölgesel güçler veya terör örgütleri üzerinden değil, bizzat dünyanın güç merkezleri, kutuplar ile doğrudan bağlantılı ülkeler arasında çatışma ve gerginliklere şahit olacağımız bir döneme giriyoruz.
İran-İsrail gerginliğini, bir başka boyutu ile, bu iki ülke üzerinden bir tarafta ABD–Birleşik Krallık-AB, diğer tarafta Çin- Rusya gerginliği olarak da okuyabilirsiniz. Dikkat edin, katil Netanyahu ve soykırımcı İsrail hükümetine ABD-BK-AB üçlüsünün açık desteği söz konusu. İran’a uyarı üzerine uyarı yapılıyor. Sanki, İran’a uluslararası hukuka aykırı bir şekilde saldıran İsrail değilmiş; kendisine yönelik saldırıya sanki İran karşılık vermiyormuş gibi. Buna karşılık, Çin ve Rusya’nın İran’a destekleri aynı ölçüde kuvvetli mi, orası da bir miktar karışık. Kuzey Kore’nin İran’a destek açıklamalarında ise şaşıracak bir şey olmasa gerek. Rusya halihazırda Ukrayna Savaşı‘nın yoğunluğu nedeniyle İran’a destek konusunda sınırlı bir tutum içinde olacaktır. Zaten askeri mühimmat ve teknoloji konusunda uzunca bir zamandır destek veriyor.
Çin’in konumu ise daha da karışık. Çin, uzunca bir süredir Orta Doğu‘da ciddi yatırım yaptığı İran’ın bu derece kolunun kanadının kırılmasına müdahil olmak istiyor. Ancak, bu aşamada ABD, BK ve AB’yi ne ölçüde karşısına alacak kadar tavır sergileyebilir, bu denklem hayli zor alsa gerek. Çin’in İran’da gerçekleştirdiği 400 milyar dolarlık yatırım hamlesi ve İran’la yaptığı 25 yıllık anlaşma çerçevesinde büyük yatırım ve altyapı projelerinin geleceği artık karışmış durumda. Bunun yanı sıra, gerginliğin tırmanması ile Hürmüz Boğazı gemi trafiğinin ve İran’ın petrol üretiminin büyük ölçüde aksaması, Çin’in petrol ithalatının yüzde 12‘sinin İran’dan gelmesi itibariyle Çin’i zorlayacaktır. Bu süreç, Çin’in Pakistan ve İran üzerinden ‘kuşak-yol’ inisiyatifini de zorlayacaktır. Çin’in Basra Körfezi’nden Arap Yarımadası’na uzanan stratejisi de karışmış gözüküyor. Çin İran’a desteğin dengesini kaçırırsa, bu defa İran üzerinden daha kapsamlı yaptırımlardan da nasibini alabilir. Bu risk de çok boş bir risk değil, hiç kuşkusuz.
Türkiye ise, Avrasya’nın yükselen gücü ve ‘oyun kurucu’ ülkesi olarak, Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın güçlü, kararlı ve vizyoner liderliğinde iki önemli özelliğiyle daha öne çıkmakta: dengeleyici güç merkezi ve istikrar ekseni. Türkiye, kimlerin dünyayı yeni bir dünya savaşına, onun öncesinde de yeni nesil bir soğuk savaş dönemine sürüklemek istediğinin farkında. Bu nedenle, Avrasya’nın tüm önde gelen ülkeleriyle ekonomik, ticari, siyasi ve askeri ilişkilerini, stratejik ortaklıklarını derinleştirerek, ‘dengeleyici güç merkezi’ olarak, kalıcı barış ve istikrarın tüm ülkelerin ve bölgenin yararına olacağını en güçlü şekilde masada ve sahada yansıtan bir süreç yönetiyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın adeta baş döndürücü telefon diplomasisi, Sayın Cumhurbaşkanımızın kimliğinde Türkiye’nin ‘istikrar ekseni’ rolünü tüm uluslararası siyaset alanına taşımakta. Hangi ülke bu süreçte Türkiye’ye ciddiyetle ve samimiyetle kulak verir ise bu süreçten karlı çıkar.