Bağların arasında jazz ezgileri yükseliyor. Ay, üzüm salkımlarına vuruyor. Sahnedeki üçlü Özge Metin, Murat Arkan ve Serdar Gönenç; kente değil, kıra sesleniyor bu kez. “Bağda Caz” başlığı altında düzenlenen bu özel gecede müzik, şehri değil köyü seçiyor sahne olarak. Yalnızca jazz değil bu köye inen. Heykeller, performanslar, video enstalasyonları… Modern zamanların tüm yaratıcı mecraları, sanki birer göçebe gibi, galeri beyazlarından sıyrılıp toprak tonlarına bürünmek istiyor. İstanbul’dan Ege köylerine taşan atölyeler, Bodrum’da sergilenen doğaya uyumlu işler, Bodrum’da sanat köyünde düzenlenen sanat buluşmaları… Hepsi tek bir sorunun etrafında dolanıyor: Sanat kentten neden kaçmaya mı hazırlanıyor? Mor Salkım Bağları’ndaki konser yalnızca bir müzik gecesi değildi. Aynı zamanda bir ruh arayışıydı. Gündelik hayatın ritmini bozan, bizi yavaşlatan ve doğayla yeniden bağ kurduran bir durak. Bu noktada köy, bir sahne değil bir varoluş biçimi oluyor. Jazz ise bu varoluşa eşlik eden bir iç ses gibi. Peki sanatın bu dönüşü yalnızca mekânsal mı? Elbette hayır. Bu, aynı zamanda içsel bir dönüş. Şehrin kalabalığına, hızına, betonuna karşı bir direnç. Giderek daha fazla sanatçının doğada üretmek istemesi, bağlarda sergi açması, zeytin ağaçlarının arasında heykel yerleştirmesi boşuna değil. Hepimiz öze dönmek istiyoruz. Ama artık o öz, nostaljik bir hatıradan çok çağdaş bir ihtiyaç.
KÖY ARTIK BİR TEMA DEĞİL, BİR SEÇİM
“Bağda Jazz” gibi etkinlikler, kırsalı bir arka plan olarak değil, başrol olarak konumlandırıyor. Üstelik bu yalnızca estetik bir tercih değil, etik bir duruş da aynı zamanda. Tüketimin değil üretimin, hızın değil durmanın, gösterişin değil samimiyetin peşinde bir estetik anlayış. Sanatçılar ve izleyiciler, doğaya yalnızca ilham kaynağı olarak değil, bir yaşam alanı olarak da bakmaya başlıyor. Beton galeriler yerine taş evlerde sergiler, beyaz küpler yerine bağ evlerinin taş avluları tercih ediliyor. Çünkü artık sadece neye baktığımız değil, nereden baktığımız da önemli.
JAZZIN FISILTISIYLA GELEN SORU
Bağda yükselen her nota bir soruya dönüşüyor: Biz şehirde neyi kaybettik de, şimdi onu köyde arıyoruz? Ve daha önemlisi, sanatın köye dönmesi bu sorunun cevabını mı taşıyor bize? Belki de bu yeni kırsal romantizm bir kaçış değil, bir yüzleşme. Sanatın doğaya dönmesi, aslında insanın kendine dönmesi. Ve caz, bu dönüş yolculuğunda bir rehber gibi kulağımıza fısıldıyor: “Yavaşla. Dinle. Hisset. Unuttuğun ne varsa, burada.”
SANAT ARTIK TOPRAĞA DA KARIŞMAK İSTİYOR
Sanat köyleri, otelleri ve şimdi de çiftlikleri…Bodrum’da yeni dönemde sahne, sadece galerilerde değil; bağların, zeytinliklerin ortasında kuruluyor. Sanat artık steril duvarlara değil, toprağa karışmak istiyor. Ve işte tam bu noktada, Türkiye’nin en önemli koleksiyonerlerinden Erol Tabanca’nın hayata geçirmeye hazırlandığı Art Farm projesi, Bodrum’un kültürel haritasını değiştirebilecek güçte. Erol Tabanca’nın Bodrum’da hayata geçireceği Art Farm, klasik bir sanatçı misafir programından çok daha fazlasını hedefliyor. Burada amaç, yalnızca sanatçılara üretim alanı sağlamak değil, aynı zamanda usta sanatçılarla genç kuşak arasında aktif bir üretim köprüsü kurmak. Özellikle heykel sanatının desteklenmesine odaklanan bu proje, eserlerin bir kısmının çiftlikte kalıcı olarak yer almasını da mümkün kılıyor. Yani Art Farm, bir açık hava müzesi işlevi de görecek. Tabanca’nın bu vizyonu, yalnızca genç sanatçıların fiziksel olarak üretim yapabileceği değil, aynı zamanda birlikte yaşayıp düşünebileceği bir alan yaratma fikrine dayanıyor. Sanat burada yalnızca üretim değil, bir topluluk deneyimi.
DÜNYADAN İLHAM VEREN SANAT ÇİFTLİKLERİ
Bu fikir yeni değil ama Türkiye’de bu denli ölçekli ve vizyoner bir örneği ilk kez göreceğiz. Dünyada ise “art farm” modeliyle çalışan birçok başarılı yapı bulunuyor:
Storm King Art Center (New York, ABD)
Yaklaşık 200 hektarlık dev bir açık hava alanına yayılan Storm King, dev heykellerin doğayla iç içe sergilendiği, adeta çağdaş sanatın pastoral bir mabedi. Sanatçıların site-specific işler üretmesi destekleniyor. Ziyaretçiler sanatla fiziksel bağ kuruyor, heykelin çevresinde dolaşıyor, içine giriyor, yanında piknik yapıyor.
Fiskars Village Art & Design Biennale (Finlandiya)
Bir zamanlar çekiç ve demirle dolu olan Fiskars Köyü, bugün İskandinav çağdaş sanatının önemli duraklarından biri. Her yıl genç sanatçılar burada konaklıyor, yerel halkla birlikte projeler geliştiriyor. “Yerleştirme” sadece mekâna değil, sosyokültürel dokuya da yapılıyor.
Joya: AiR – Andalucía (İspanya)
İspanya’nın güneyinde, çorak arazilerde kurulmuş bu sanat çiftliği sürdürülebilirlik odağında çalışan sanatçılar için bir cennet. Sadece sanat üretimi değil, aynı zamanda doğayla iç içe, karbon ayak izi düşük bir yaşam tarzı da burada teşvik ediliyor.
The Farm Margaret River (Avustralya)
Bu proje, organik tarım ile sanatın iç içe geçtiği ilginç bir örnek. Sanatçılar bir yandan çalışırken, bir yandan çiftliğin günlük rutinlerine katılıyor. Sanat doğrudan doğa ile ilişki kuruyor. Toprakla yoğrulan eller, bir yandan da mermeri, ahşabı şekillendiriyor.
Barbaros Farm (Bodrum)
Barbaros Farm, doğa ile gastronomiyi buluşturan yapısıyla zaten bir sanat estetiği sunuyor. Peki, neden bu alanlar heykel atölyelerine, sergi rotalarına, kamusal sanat enstalasyonlarına ev sahipliği yapmasın? Sanatla tarımı, bağ bozumu zamanı klasik müzikle, kış aylarında taş fırının sıcaklığıyla birleştiren bir ekosistem hayal edin.
Bir sonraki kültürel devrim kırsalda mı başlayacak?
Belki de sanatın bir sonraki devrim alanı, kırsal. Beton duvarlardan uzak, gürültüsüz, ilhama açık. Bodrum’da kurulacak Art Farm gibi projeler, genç sanatçılara yalnızca üretim alanı değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi sunabilir. Usta-çırak ilişkilerinin yeniden doğduğu, sanatın doğayla yeniden konuştuğu, kültürün toprağa kök saldığı bir çağ… Bu yaz Bodrum’da sadece beach club’lar değil, belki de bir zeytin ağacının gölgesindeki atölyeler konuşulacak.