Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti (KKTC), Türkiye Cumhuriyeti Turizm Bakanlığı ve Turizmi Geliştirme Ajansı (TGA) işbirliğinde başlatılan Ada Kıbrıs projesiyle yıllar sonra Yavru Vatan’a düştü yolum. Bu şirin ada deniz-kum-güneşi ve şans oyunlarıyla tanınır ya! Oysa ne büyük haksızlık etmişiz Yavru Vatan’a. Kuzey Kıbrıs, sadece bir ada değil. Bu ada okuması çok keyifli bir roman gibi… Okudukça bambaşka bir gerçekliğe açılıyor yolunuz. İşte o zaman toprağın ne söylediğini, taşın ne hissettiğini, denizin size ne anlatmak istediğini fark ediyorsunuz. Kuzey Kıbrıs’ta her yol bir tarihe, her manzara bir şiire, her durak bir hikâyeye dönüşüyor.
VENEDİK’TEN OSMANLI’YA
Kuzey Kıbrıs’taki ilk durağımız Girne. Eşsiz bucaksız bir kıyı şeridine sahip olan bu şehir, doğası ve tarihiyle büyülüyor. Sahil boyunca uzanan taş evler, dalgaların nazlı vuruşlarıyla sabah uykusundan uyanıyor gibi. Girne Kalesi, taş duvarlarının ardından bana yüzyılların tanıklığını fısıldıyor. Öylesine heybetli öylesine asil ki! Girne Kalesi’ne çıkıyorum. Buradan bakınca şehir ayaklar altına seriliyor. Tarih de öyle… Venedik kalıntıları, Bizans izleri, Osmanlı dokunuşları… Her biri ayrı bir katman.
Ardından limana doğru yol alıyorum. U şeklinde uzanan liman hattında yan yana sıralanan restoranlardan şen kahkahalar yükseliyor. Adanın eşsiz lezzetleri bu restoranlarda yeniden can buluyor. Yan yana dizilen kafelerde kâh Kuzey Kıbrıs’ın yerli halkı kâh turistler… Hepsinin kahkahası birbirine karışıyor. Burada herkes mutlu, havasından mı suyundan mı bilinmez ama Kuzey Kıbrıs insanı mutlu ediyor.
LEFKOŞA’NIN İKİ RUHU
Sonraki durak Kuzey Kıbrıs’ın başkenti Lefkoşa… Dünyanın bölünmüş son başkenti. Şehrin ortasından geçen Yeşil Hat, geçmişin hâlâ bugünle boğuştuğunu fısıldıyor. Lokmacı Sınır Kapısı’nın hemen gerisinde, geçmişin çatlamış duvarları arasında yüzyılın tanıkları gibi duran evler bulunuyor. Burada sınırdan çok, bir yarım kalmışlık var ama aynı zamanda da umut… Bir tarafı geçmiş, diğer tarafı gelecek gibi. Arasta çarşısının daracık sokakları daracık sokakları çok tanıdık bir anı canlandırıyor gözümde.
Selimiye Camii’nin avlusuna adım atar atmaz gotik kemerlerin gölgesinde ezan sesi yankılanıyor. Önceden St. Sophia Katedrali olan bu yapı, şimdi cami… Aynı taşlar, farklı dualara ev sahipliği yapıyor. Kuzey Kıbrıs işte böyle bir yer: farklılıkların yan yana durduğu, birbirine zarar vermediği, birbirini kabullendiği bir ada.
BİR FİLM PLATOSU GİBİ
Doğuya, Magosa’ya geçiyorum sonra. Antik surlar hâlâ ayakta, hâlâ dik… Lala Mustafa Paşa Camii, önce gotik bir katedral, sonra Osmanlı camisi olmuş. Bu dönüşümde bir kırılma değil bir dönüş var. Yanı başında Namık Kemal Zindanı… Taş duvarlardan çok, içindeki direnç anlatıyor bu mekânı. Ve 1974’ten 2020 yılına kadar kapalı kalan o şehir, Kapalı Maraş’a doğru adım atıyorum. Hâlâ askeri denetimde olan bölgeye adım atar atmaz sanki bir zaman makinesine girmiş, 50 yıl öncesine yolculuk yapıyorum… 1974 yılına…
Binalar, lüks oteller, bankalar, eğlence merkezleri ve dükkânlar… Ve hatta inşaat aşamasında olan binalar, vinçler… Hepsi ayakta… Ancak hepsi gri, soğuk ve metruk… Bütün binaların camları kırılmış. Bazıların ise sıvaları dökülmüş, demirleri pas tutmuş… Dükkânlardaki levhaların boyaları solmuş… Bankaların kapılarına kilit vurulmuş. Restoranlarda tabaklar kırılmış, masaların bazıları ayakta kalmış… Koca bir film platosunun içerisinde gibiydim… 1974 yılını hissediyorum tüm hücrelerimde…
BELLAPAİS’TE HER DUVAR BİR ŞİİR SAKLIYOR
Şehirlerden uzaklaştıkça, yol beni Bellapais’e götürüyor. Dağın eteklerine kurulmuş bu köy, sadece sessizliğiyle değil, dokunduğu her şeydeki incelikle büyülüyor. Bir Ege kasabasını andıran bu köydeki kafelerin birinde soluklanmak için oturuyorum. Kafede çalışan çocuk buranın portakal suyunun meşhur olduğunu söylüyor. Böyle bir lezzet yok! Gerçekten de sıkma portakal suyunun en güzel hali burada bulunuyor. Kafedeki soluklanmanın ardından Bellapais Manastırı’na doğru yol alıyorum. Manastırın taş duvarlarında rüzgâr bile sessiz… Sanki bu kutsal mekân, fısıltıyla konuşan bir tarih. Lawrence Durrell’in burada yaşadığını bilmek, taşlara edebiyatın sıcaklığını yüklüyor. Her duvar bir hikâye, her taşta bir şiir saklıyor. Manastırın arka bahçesinde, denize karşı oturdum. Aşağıda Girne, uzakta Akdeniz, önümde zeytin ağaçları. İnsan burada kalabalıktan, düşünceden, zamandan sıyrılıp sadece “olduğu gibi” kalıyor.
CARETTA CARETTALARIN YOLCULUĞU…
Girne’nin yaklaşık 20 dakikalık doğusunda, tabelasız bir toprak yoldan aşağı iniyorum. Gürültünün, betonun ve yapay ışıkların ardında, doğanın kendi ritminde akan bir hayat var. İşte tam orada: Alagadi Kaplumbağa Plajı. Bu sahil, altın rengi ince kumu ve akşam güneşinde mora çalan deniziyle büyüleyici olsa da, onu eşsiz kılan şey geceleri yaşanan mucize. Yüzlerce yıldır caretta carettalar ve yeşil deniz kaplumbağaları her yaz aynı ritüelle dönüyor bu kıyıya. Yumurtlamak, bir yaşamı başlatmak ve sonra sessizce çekilip gitmek için. Caretta carettaların kabuğundan çıkıp denize doğru zorlu yolculuğunu izlemek mucize gibi bir şey. Bu mucizevi ana şahitlik edebildiğim için şükrediyorum.
SONSUZLUĞUN SESSİZLİĞİ
Karpaz… Sarp kayalıkların, çıplak tepelerin, altın rengi kumsalların olduğu bir yalnızlık. Dipkarpaz köyünde zaman durmuş gibi değil; hiçbir zaman başlamamış sanki. Eşekler yol kenarında ağır adımlarla geziyor. Altın Kumsal’a vardığımda, önümde uzanan deniz, gökyüzüne değil, hayal gücüne açılıyor. İnsan burada, ayaklarının altında çakıl taşlarının değil, evrenin sesini duyuyor. Ne bir tabela, ne bir satıcı… Sadece rüzgâr, dalga ve kumsal…
NASIL GİDİLİR?
Kuzey Kıbrıs, bir yer değil sadece. Bu adada yürürken, insan geçmişini, doğayı ve kendini yeniden keşfediyor. Siz de bu keşif yolculuğuna katılmak isterseniz AJet’in web sitesine bir göz atın derim. Çünkü AJet Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Ercan Havalimanı’na her gün hem de çok uygun fiyatlarla uçuyor.