Türkiye’de öğretmen yetiştiren yükseköğretim kurumları, bir yandan yüz yıllık köklü bir geleneğin mirasını taşırken, diğer yandan hızla değişen demografik yapı, teknolojik dönüşüm ve kamu istihdamındaki daralma nedeniyle ciddi bir yeniden yapılanma sürecinin eşiğinde bulunuyor. Bugün sayılar oldukça çarpıcı: 2024-2025 eğitim öğretim yılında ülkede 1 milyon 187 bin 409 öğretmen görev yapıyor; bunların 1 milyon 9 bin 671’i resmî okullarda, 177 bin 738’i özel okullarda çalışıyor. Buna karşın, öğretmen yetiştiren sistemin üretim kapasitesi bu ihtiyacın çok üzerinde seyrediyor.
Türkiye genelinde 95 eğitim fakültesinde 9 bin 248 akademisyen görev yaparken, bu fakültelerde 210 bin öğrenci öğrenim görüyor ve her yıl ortalama 40 bin mezun veriliyor. Ancak tablo sadece eğitim fakülteleriyle sınırlı değil. Fen-edebiyat, ilahiyat, güzel sanatlar ve spor bilimleri fakültelerinde okuyan yaklaşık 600 bin öğrenci, öğretmenliğe geçiş umuduyla pedagojik formasyon veya benzeri sertifika programlarına yöneliyor. Bu da öğretmen arzını olağanüstü artırırken, istihdam alanının aynı hızda genişlemediği bir dönemde sistemde ciddi bir tıkanmaya yol açıyor.
Öğretmen İstihdamında Daralma Eğilimi
Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre öğretmen istihdamında son yıllarda belirgin bir azalma yaşanıyor. 2019 yılında 41 bin 379 yeni öğretmen ataması yapılırken, 2025 için bu sayının 15 bine düşeceği öngörülüyor. 2026 yılı için planlanan istihdam sayısı ise sadece 10 bin civarında. Öte yandan mezun sayıları her yıl on binlerle ifade ediliyor: 2024 yılında 32 bin 913 kişi öğretmenlik programlarından mezun olurken, sadece 19 bin 968’i kamuya atanabildi. Bu tablo, öğretmen arz-talep dengesizliğinin artık yapısal bir sorun haline geldiğini açıkça gösteriyor.
Bu daralma sadece bütçe ve istihdam politikalarından değil, aynı zamanda demografik değişimden de kaynaklanıyor. Öğrenci sayısındaki azalma, sınıf mevcutlarının küçülmesi ve eğitim teknolojilerinin daha yoğun biçimde kullanılmaya başlanması, öğretmen ihtiyacını sınırlı tutmaya devam ediyor. UNESCO raporlarında küresel ölçekte öğretmen açığı büyürken, Türkiye’de tam tersine bir “fazlalık” sorunu yaşanması, sistemin yeniden tasarlanmasını zorunlu kılıyor.
Beş Ayrı Model, Karmaşık Bir Yapı
Bugün Türkiye’de beş farklı öğretmen yetiştirme modeli uygulanıyor:
- Eğitim fakültesi lisans programlarıyla doğrudan öğretmen yetiştirme,
- İlahiyat fakültelerinin kendi içindeki organizasyonu ile öğretmeni yetiştirme,
- Eğitim fakültesi dışındaki lisans öğrencilerine lisans eğitimleri süresince verilen eğitim fakülteleri tarafından sunulan pedagojik formasyon programları,
- Eğitim fakültesi dışındaki programlardan mezun olanlara yönelik bir yıllık bir zaman diliminde sunulan pedagojik formasyon,
- Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde kurulan Millî Eğitim Akademisi aracılığıyla öğretmenlik mesleğine hazırlık eğitimi.
Bu çeşitlilik bugün sistemin bütünlüğünü zedeleyen bir parçalanmışlığa dönüşmüş durumda. Aynı meslek için farklı fakültelerden mezun öğrencilerin farklı yollardan öğretmenliğe girmesi, kalite standartlarını zayıflatıyor. Dolayısıyla öğretmen yetiştirme sisteminin bütünleşmesi ve sadeleşmesi kaçınılmaz görünüyor.
MEB-YÖK İşbirliği ile Dönüşüm İhtiyacı
Eğitim fakülteleri, Türkiye’nin öğretmen arzının omurgasını oluşturmaya devam ediyor. Ancak mevcut kapasite, ülkenin öğretmen ihtiyacının çok üzerinde. Bu nedenle fakültelerin sadece yeni mezun yetiştirmek yerine, görevdeki 1,2 milyon öğretmenin mesleki gelişimini destekleyen kurumlara dönüşmesi öneriliyor. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) arasında yürütülecek yeni bir işbirliği modeliyle, öğretmen eğitimi hem içerik hem işlev bakımından yeniden tanımlanabilir.
MEB’in son dönemde kurduğu Millî Eğitim Akademisi, bu dönüşümün habercisi olarak değerlendiriliyor. Akademi, mesleğe yeni başlayan öğretmenlerin hizmet öncesi hazırlıklarını üstlenirken, eğitim fakülteleri de araştırma, danışmanlık ve sürekli mesleki gelişim merkezleri haline gelebilir.
Önümüzdeki yıllarda öğretmen yetiştirme sisteminde doğal bir daralma bekleniyor. PDR, özel eğitim, okul öncesi öğretmenliği gibi yalnızca eğitim fakültelerinde bulunan lisans programları devam edecek ancak fen, matematik, sosyal beşeri bilimler ve sanat branşlarına yönelik öğretmenlik lisans programlarının talep ve istihdam azaldıkça kademeli olarak kapanması muhtemel. Bu süreç, plansız bir küçülmeden ziyade, öğretmenlik mesleğinin niteliğini ve seçiciliğini artıracak şekilde yönetilmelidir.
Yeni Model: Eğitim Yüksek Lisansı (Master of Education)
Bu dönüşümün bir ayağı da yeni bir öğretmen yetiştirme modeli olabilir: Master of Education (M.Ed) programı. Bu modelde branş öğretmenlikleri için fen-edebiyat, ilahiyat, güzel sanatlar gibi fakültelerde lisans eğitimini tamamlayan öğrenciler, iki yıllık bir öğretmenlik yüksek lisansına yönelir. İlk yıl teorik ve pedagojik eğitim, ikinci yıl ise uygulamalı stajla geçer.
Bu program; MEB ve YÖK’ün ortak yönetiminde, deneyimli öğretmenler, uzman öğretmenler ve başöğretmenlerin katkısıyla yürütülebilir. Böylece öğretmenlik, tıpkı tıp veya hukuk gibi profesyonel bir lisansüstü meslek formuna kavuşur. Bu model, hem öğretmenlik mesleğinin saygınlığını artırır hem de arz fazlasını doğal biçimde dengeler.
Eğitim Fakülteleri İçin Yeni Odak Alanları
Geleceğin eğitim fakülteleri, yalnızca öğretmen yetiştiren kurumlar değil; sürekli öğrenme, araştırma ve danışmanlık merkezleri olmalıdır. Öğretmen arzının yüksek, istihdamın sınırlı olduğu bu dönemde, fakültelerin rolü yeniden tanımlanmalıdır. Bu dönüşüm dört temel alanda şekillenebilir:
1. Sürekli Mesleki Gelişim ve Okul Geliştirme: Eğitim fakülteleri, görevdeki 1,2 milyon öğretmen için dijital ve yüz yüze sürekli eğitim programları sunmalı; öğretmenlerin pedagojik yeniliklere ve dijital teknolojilere uyumunu desteklemelidir. Ayrıca çevre okullarla işbirliği yaparak okul gelişimi ve liderlik alanlarında danışmanlık üstlenmelidir.
2. Yeni Kariyer Alanları ve Çift Yetkinlik: Mezunlar yalnızca öğretmenlik için değil, eğitim teknolojileri, özel eğitim, STEM, yabancı dil gibi alanlarda da yetkinleşmelidir. Böylece hem kamu hem özel sektörde; eğitim tasarımı, içerik üretimi, danışmanlık gibi alternatif kariyerlere yönelebilirler.
3. Girişimcilik ve Eğitim Teknolojileri: Fakülteler, öğrencilerini girişimciliğe teşvik etmeli ve onları kendi işlerini kurabilecek şekilde hazırlamalıdır. Dijital öğrenme, eğitim danışmanlığı, çocuk atölyeleri veya e-içerik üretimi gibi alanlar, mezunlar için yeni istihdam olanakları sunar. Eğitim teknolojilerine yatırım, öğretmen adaylarını dijital çağın gereklerine uyumlu hale getirir.
4. Uluslararasılaşma ve Küresel Hareketlilik: Eğitim fakülteleri, öğrencilerini yalnızca yerel değil, küresel ölçekte rekabet edebilir hale getirmelidir. Türkçe öğretmenliği, uluslararası okullar, değişim programları ve yabancı dil yeterliliği, mezunlara yeni ufuklar açabilir.
Sonuç olarak;
Türkiye, öğretmen arzının çok olduğu, ancak istihdamın sınırlı kaldığı bir dönemde öğretmen yetiştirme sistemini yeniden düşünmek zorunda. Bu dönüşüm, eğitim fakültelerinin işlevini daraltmak değil, aksine güçlendirmek anlamına gelmeli. Fakülteler, öğretmen yetiştirmenin ötesinde yaşam boyu öğrenme, okul danışmanlığı ve eğitim girişimciliği merkezleri haline gelebilir.
Küresel raporların da vurguladığı gibi, geleceğin eğitim sistemleri nitelikli, donanımlı ve esnek öğretmenlere ihtiyaç duyacak. Türkiye, bu dönüşümü doğru politikalarla yönetebilirse sadece kendi öğretmenlerini değil, bölgesel ölçekte öğretmen ihracatı yapabilecek bir ülke haline gelebilir. Öğretmen yetiştiren kurumların geleceği, bu vizyonun ne kadar kararlılıkla hayata geçirileceğine bağlı olacaktır.


















