Geçtiğimiz pazar, Nişantaşı’nın şık bir brunch mekânında, masaların üzerinde avokado tostlar, yanında taze sıkılmış portakal suları…
Ama konuşulan tek şey menü değildi.Yeni bir tabir, yeni bir dram, yeni bir moda kavramı dolaşıyordu dudaklarda:
“Şireklendim tatlım.” Evet, yanlış duymadınız.
Sosyetik kızlarımızın yeni mottosu bu.
ŞİREK KİMDİR, NEDİR?
Şirek dediğimiz, asla ‘ideal’ listemize giremeyecek adam tipi. Yani o meşhur ‘red flag’ koleksiyonunun canlı versiyonu. Daha az donanımlı, daha az yakışıklı, daha az gelir sahibi… Kısacası, sizin standartlarınıza göre çok daha aşağıda kalan biri. Normalde asla olmaz dersiniz ama hayat bu ya, bir noktada kendinizi “tamam” derken buluyorsunuz. İşte o an, siz artık şireklendiniz.
BRUNCH MASASI İTİRAFLARI
Masada biri kahkahasını koyuveriyor: “Tatlım, ben resmen şireklendim ya. Düşünsene, en başta bütün red flag’lerine göz yumdum. Bari son şansım bu dedim. Ama adam hâlâ beni aşağı çekmeye çalışıyor.
Senin hangi hadde bana laf etmeye cüretin var, şirek?” Hemen diğer kız araya giriyor: “Canım, seninki de bir şey mi? Benimki yanımda o kadar ezik hissediyor ki, özgüvensizlikten beni süründürmeye başladı. Halbuki en başta ben zaten onun bütün eksilerine okey olmuştum. Bu kadar büyük şansı nasıl ziyan edersin şirek?” Ve kahkahalar arasında yeni bir trend doğuyor:
Artık kimse “Red flag’lere düştüm” demiyor. Onun yerine, gözler devrilerek tek bir cümle kuruluyor:
“Şireklendim tatlım.”
SONUÇ, BİRAZ İRONİK BİRAZ DRAMATİK
Sosyetenin bu yeni tabiri aslında biraz ironik, biraz da dramatik. Çünkü her ‘şireklenme’ hikâyesi, standartlarıyla gurur duyan bir kadının, hayatın cilvesiyle ‘son fırsata razı oluşu’nun itirafı. Ama işin en eğlenceli yanı, bu itirafların brunch masasında kahkahalar ve göz devirmeler eşliğinde, taze kahvelerin yanında servis edilmesi.
Kısacası, sevgili okur, önümüzdeki günlerde bir davette, bir kokteylde ya da bir Instagram caption’ında bu cümleyi duyarsanız şaşırmayın:
“Şireklendim tatlım.”
20 YIL SONRA AYNI ŞEFKATLE
Geçtiğimiz günlerde hiç ummadığım bir anda, hiç ummadığım bir yerde karşıma Fadik Sevin Atasoy çıktı. Neredeyse tam 20 yıl önce de benzer bir şekilde, burun buruna gelmiş ve arkadaş olmuştuk. Zamanın ruhu bazen oyunbazdır; sizi hiç beklemediğiniz anlarda yıllar öncesine götürür.
O günkü gibi yine aynı şefkatle, aynı samimiyetle sarıldık sohbete. Çocukluğumuzdan bugüne, aradan geçen koca 20 yılı hiçe sayarcasına… Sanki hiç ayrılmamışız gibi. Planlar yaptık; kuzey ülkeleri dedik, Stockholm dedik. Annesiyle sahneleyeceği, prömiyerini yapacağı oyundan söz etti. Şefkatin, hassasiyetin, insan olmanın özünden bahsettik.
Birbirimize iyi geldi sohbetimiz. Çünkü ne yaptığımızın, kim olduğumuzun aslında bir önemi yok. Şefkat diliyle konuşunca, ne yıllar kalıyor arada, ne de apoletler…
Elbette bir anı olsun diye bir fotoğraf da çektirdik.
Seyahat planları yaptık, sözler verdik.
Ama biz özgür ruhlarız; belki de rüzgâr bizi yine dünyanın farklı köşelerine savuracak. Ve kim bilir…
Belki bir 20 yıl sonra, yine hiç ummadığımız bir yerde yeniden karşılaşacağız.
PLAKLARIN DÖNÜŞÜ: DAHA YALIN, DAHA GERÇEK
İstanbul’da son dönemde yeni bir akımın izleri beliriyor:
Plak çalan mekânlar. Sadece bir bar ya da kafe değil; müzik platformlarında asla bulamayacağınız bir deneyim. İğnenin hışırtısı, kapağın elde bıraktığı his…
MÜZİK YENİDEN ‘GERÇEK’ OLUYOR.
Son beş yıldır hiç olmadığı kadar plaklardan konuşuyor insanlar. Millennials kuşağı anne babalarının koleksiyonlarını hatırlıyor, Gen Z ise dijitalden sıkılıp analog sıcaklığına yeniden dokunmak istiyor. Bu aslında teknolojiyi biraz kenara iten bir başkaldırı. Daha samimi, daha sade bir hayat arayışı.
Tıpkı çevremde akıllı telefonu bırakıp ‘eski usul’ yaşamı seçen insanların yaptığı gibi. Plakların geri dönüşü de aynı ruhu taşıyor: Daha az yapay, daha çok biz.
Çünkü bazen ilerlemenin yolu, bir adım geri gitmekten geçiyor.