Akıllı telefonlar artık hayatımızı ele geçirmiş durumda. Bir anlamda her sorunun cevabını bilen, ukala bir “her şeyi bilen” dost gibi. Ama öte yandan, dikkat delisi, her an gözlerimizi üzerine çekmek için uğraşan, bir bildirimle tüm hayatımızı ele geçiren bir tiran da aynı zamanda. Hepimiz yeni çıkan modelin peşindeyiz. Çıkış tarihlerini takip ediyor, elimizdeki telefonu kaç liraya satacağımızı hesaplıyor, gerekirse borca girerek yeni modele koşa koşa gidiyoruz. Akıllı telefon yarışında adeta nefes nefese kalıyoruz. Ama bir kesim var ki bu yarıştan bilinçli olarak uzaklaşıyor. Tıpkı şehir hayatından kaçıp doğaya, ekolojik yaşama dönenler gibi. Beton ormanını terk edip dağın tepesinde inzivaya çekilenler misali, onlar da teknolojiden uzaklaşmayı seçiyor. İşte bu noktada ‘dumbphone’ devreye giriyor. ‘Dumbphone’u aptal telefon diye çevirmek yanlış olur.
Çünkü o aptal değil; bilakis özgüvenli. TikTok, Instagram, WhatsApp ya da Youtube gibi anlık hazların peşinde koşmuyor. Sizden sürekli ilgi beklemiyor, gözlerinizi üzerine dikmenizi talep etmiyor. Kendini olduğu gibi kabul ediyor: Sadece arama ve mesaj için var. Belki bir de nostaljik yılan oyunu için. Ben de bu akıma ilgi duymaya başladım. İkinci el sitelerinde bakınıyor, elimde yalnızca sim kartımı takıp ‘alo’ diyebileceğim, uygulamalardan uzak telefonları araştırıyorum. Belki de yakında bu telefon benim ana telefonum olacak. Becerebilirsem. Çünkü bu sadece teknolojiden uzaklaşmak değil, hayatı biraz yavaşlatmak demek. Evde terapi tadında vakit geçirmek, temizlik yapmak, yemek pişirmek… Gerçek dopamini ekranın değil, hayatın içinde bulmak demek. Üstelik bu yalnızca “teknolojisiz yaşam” arayışında olanların değil, sosyetenin de yeni modası. Hermes çantalarının içinde sanıyor musunuz ki sadece 150-200 bin liralık akıllı telefonlar var? Hayır. Artık o çantalarda basit, gösterişsiz, yalnızca arama ve SMS işlevi gören küçük ‘dumbphone’lar da var. Çünkü asıl lüks, bazen hayatı sadeleştirmekte gizli.
İHTİYACIMIZ OLAN DOPAMİN!
Son zamanlarda hepimiz mutluluğun peşinde daha da hızlı koşuyoruz ve bulmakta zorlanıyoruz. Daha çok iş, daha çok para, daha çok başarı (ama nafile yine de tatmin olmuyoruz) … Ama aslında beynimiz, küçük şeylerle de mutlu olmayı biliyor. İşin sırrı dopamin! Dopamini artırmak için mucizevi formüllere gerek yok. Basit alışkanlıklar bile ruh halimizi değiştirebiliyor. Mesela, baş ucunuzda bir günlük tutun. Sabah uyandığında ya da gece yatmadan önce “bugün iyi ki oldu” dediğin üç şeyi yaz. Zihnin, iyiyi fark etmeye programlanıyor. Bir de doğada vakit geçir. Ben evimin önündeki koruda çimlere uzanıyorum, kuş seslerini dinliyorum yan bahçemdeki beyaz ata bakıp dilek tutuyorum, gökyüzünü seyrediyorum…
Kısacık bir yürüyüş bile ruhumu sıfırlıyor. Yaratıcı bir akış ekleyin dopamin için harika bir kaynak. Boya yap, yaz, yemek pişir, hatta yeni bir şey dene beceremesen de dene. Önemli olan hayal gücünü harekete geçirmek. Buna ek olarak, nefes egzersizleri yapmayı da unutma. Derin ve bilinçli nefes almak sadece stresi azaltmıyor, aynı zamanda beynine huzur veriyor. Ve belki de en en en güzeli: başkalarına iyilik yapmak. Bir buket çiçek, küçük bir not, yardım eli… Başkasını mutlu etmek, aslında seni de mutlu ediyor. Tabii işin bir de “fazla dopamin” kısmı var. Sonsuz kaydırma, gereksiz sosyal medya turları, anlık hazlar hemen uzaklaş telefondan… Bunları sınırlayıp yerine yürüyüş + podcast gibi alışkanlıkları birleştirmek çok daha sürdürülebilir mutluluk sağlıyor. Unutmadan: ilerlemeni kutla. Ne kadar yol aldığını görmek için durakla. Bazen bir kahveyle kendini ödüllendir, bazen sadece aynaya bakıp “helal olsun bana” de. Mutluluk sandığımız kadar karmaşık değil. Küçük adımlar, basit alışkanlıklar ve biraz farkındalık… Belki de tek ihtiyacımız olan bu.
GÜZELLİK UĞRUNA MAYMUNA DÖNEN İNSANLIK
Bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, artık ‘güzel’ olmak asla yeterli değil. Sosyal medyanın dayattığı estetik algısı, bizi sürekli daha ince, daha kusursuz, daha genç görünmeye zorluyor. Hollywood’dan İstanbul’a kadar herkes aynı girdabın içinde: ‘Ozempic’ ve ‘Mounjaro’ gibi zayıflama iğneleri, güzellik sektörünün yeni teknolojileri, yetmediğinde Facetune’lar, filtreler… Kendimizi sevmekten, olduğumuz gibi görünmekten her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz.
Oysa bu takıntı, bizi giderek absürt bir noktaya sürüklüyor. Hepimiz birbirimize benziyoruz. Dudaklarımız, kalçalarımız, göğüslerimiz aynı kalıptan çıkmış gibi. İç dünyamız bile tek tipleşiyor. O farklılıklarıyla evrimleşen, iz bırakan insanoğlu, bugün tersine evrimin peşinde: Güzellik uğruna yeniden maymuna dönüşüyoruz.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’un popüler bir mekânında Ayşe Kırca’nın sergisine gittiğimde bu gerçeği sanat eserleriyle çarpıcı biçimde gördüm. Daha içeri adımımı attığım anda kahkahayı patlattım. Çünkü eserler, hepimizin güzellik uğruna düştüğü bu tuhaf hali tiye alıyordu. Hangimiz Facetune kullanmadık ki? Hangimiz zayıflama iğnelerinin hayaline kapılmadık ki?
Ben bile geçtiğimiz günlerde bu iğnelerle yaşadığım psikolojik süreci köşemde dile getirmiştim. İşte Ayşe de bu ortak yaraya parmak basıyor, eserleriyle ironik bir şekilde hepimize ayna tutuyordu. Onun eserlerinde yalnızca estetikle şekillenen bedenler değil; aynı zamanda toplumsal baskı, güzellik yarışmalarının yüzeyselliği, sosyal medyanın cilalı maskeleri vardı. Bir yanıyla kahkaha attırıyor, diğer yanıyla içimizi burkuyordu. Asıl mesele tam burada gizli: Hepimizi tek tipleştiren bu sahte güzellik anlayışına gülmek, onunla alay edebilmek. Çünkü insanlığımızı geri kazanmanın yolu, farklılıklarımızı sevmekten geçiyor. Güzellik uğruna birbirimize benzedikçe sıradanlaşıyoruz. Oysa gerçek güzellik, çeşitlilikte ve doğallıkta saklı. Ayşe Kırca’nın sergisi, bize unuttuğumuz bir hakikati hatırlatıyor: Bazen sanat, en güçlü aynadır öyle değil mi?