Bazı yerler vardır, oraya gittiğinizde sanki sadece bir coğrafyaya değil, bir zamana, bir hissin içine girersiniz. Assos işte öyle bir yer. Taş evlerin gölgesinde yürürken geçmişin nefesini duyarsınız; denize baktığınızda ise sadece suyu değil, sonsuzluğu izlersiniz. Assos’a ilk adım attığınızda, gözünüze ilk çarpan şey taş olur. Ama öyle sıradan bir taş değil bu… Her biri binlerce yıllık bir hikâyeyi sırtlamış, yorgun ama gururlu… Behramkale Köyü’nün dar sokaklarında yürürken, sanki tarihin omzuna yaslanmışsınız gibi bir his kaplar içinizi. Her ev, rüzgârla hafifçe gıcırdayan ahşap pencereleriyle size göz kırpar. Taş duvarlara sarmaşıklar tırmanmış, bir zamanlar Aristoteles’in yürüdüğü bu sokaklarda bugün zeytin kokusu ve eski zamanların huzuru dolaşır. Sokaklar, sanki Aristoteles’in ayak seslerini hâlâ taşır. Her köşe başı felsefeyle yoğrulmuş bir düşünce gibi… Köyün yukarısında Athena Tapınağı yükselir. Athena Tapınağı, bir yapıdan öte bir düşünce gibi… Dimdik, yorgun ama zarif. Orada, zaman sanki askıya alınmış. Ne geçmiş ne gelecek; sadece ve sadece an… Sütunların arasında yürürken, taşlara sinmiş ayak seslerini duyabilirsiniz: Aristoteles’in öğrencilerini eğittiği yer tam burası… Antik çağda bilgelik burada yeşermiş! Ve manzara… Aşağınızda maviye çivilenmiş Ege Denizi, karşıda sisler arasında beliren Midilli Adası… Gözlerinizi kapattığınızda, zaman duruyor sanki. Sadece rüzgâr, taş ve gökyüzü kalıyor.
TELAŞSIZ VE SESSİZ
Assos Antik Limanı küçük, sessiz, ama bin yıllık bir hafızayla dolu. Liman boyunca sıralanmış taş yapılar, zamanın elleriyle yoğrulmuş gibi… Duvar aralarından sarkan sarmaşıklar, geçmişin omuzlarına yaslanmış. Ahşap iskeleye yanaşmış balıkçı tekneleri, kıyıya dizilmiş minik balık restoranları… Günlük tutar gibi hazırlanmış menüler: Kalamar, ahtapot, levrek… Hepsi Ege’nin tuzunu taşıyor. Denizin uğultusunu dinlerken ruhunuzun da bir parçası limana demir atıyor sanki. Bu şirin ilçede güneş batmaya hazırlanırken akşamın seremonisi de başlıyor yavaştan. Restoranlar ahşap masalara tabakları tek tek dizerken kıyıda çocuklar taş sektiriyor. Akşamki restorandan payına düşeni almak için bekleyen kediler ise batmakta olan güneşin keyfini çıkarıyor. Burada tarif edilemez bir huzur kaplıyor içinizi… Mutlu, heyecanlı, telaşsız ve sessiz…
BAŞKA BİR KITADA GİBİ
Akşam saatlerinde ise Assos Limanı tam anlamıyla bir kartpostala dönüşüyor. Güneş, denizin üzerinde altın sarısı bir iz bırakırken balık restoranları yavaş yavaş dolmaya başlıyor. Güneşin batışını burada izlemek, başka bir kıtada doğuyormuş hissi yaratıyor insanda. Gökyüzü, boyası dökülmüş bir tablo gibi; turuncu, mor, kırmızı… Zaman bir anlığına gözlerinize takılıyor ve sonra yavaşça bırakıyor kendini ufka.
BUZ GİBİ BİR BERRAKLIK
Assos’un denizi, sadece berrak değil, aynı zamanda afallatıcı derecede soğuk. Limandaki taş basamaklardan denize uzanırken içiniz titriyor. Ama suya girdiğiniz an, dünya susuyor. Denizin dibini bile görebildiğiniz o berraklık, zihninizi de temizliyor. Denizde yüzmek burada sadece bir serinleme biçimi değil; adeta bir yeniden doğuş. İnsanın içinde “Üşümek bu kadar güzel olabilir mi?” sorusu yankılanıyor. Hele sabah erken saatlerde denize girmek buz dolu bir havuza atlamak gibi… Ama bu buz gibi vücuda bir nevi şifa gibi. Her kulaçta biraz daha arınıyor, biraz daha Assos oluyorsunuz.
TAŞ EVLER BUTİK OTELLER
Assos’u birçok tatil beldesinden ayıran en önemli özelliklerinden biri sadeliği… Hemen her alanda hissettiğiniz bu sadelik konaklamada da karşılıyor. Burada gösterişli oteller değil taş evler ve butik oteller sizi ağırlıyor. Betonlaşmanın henüz elini süremediği bu coğrafyada lüks değil, dinginlik ve samimiyet ön planda. Assos, bir coğrafya değil. Bir ruh hâli. Zamandan kaçanların, anlam arayanların, kendini duymak isteyenlerin sığınağı. Sadece görmek için değil; hissetmek, hatırlamak ve yeniden var olmak için…
İÇSEL BİR ŞİFA SESİ
Zeytin ağaçlarının gümüş yeşili, begonvillerin moru, taş evlerin solgun kahverengisi… Hepsi bir ressamın fırçasından çıkmış gibi. Assos’ta doğa abartısız, süssüz ama etkileyici. Sessizlik burada yalnızlık demek değil tam tersine, içsel bir şifanın sesi gibi. Burası bağırmayan bir yer, sadece fısıldıyor… Sütunların arasında, taşların gölgesinde, denizin serinliğinde sizi çağırıyor bu fısıltı. Hızın, gürültünün, kalabalığın içinde unutulmuş olan şeyleri hatırlatıyor… Duymayı değil dinlemeyi, koşmayı değil dinlenmeyi, bakmayı değil görmeyi, yaşamayı değil hissetmeyi öğretiyor.