Bilmediğiniz, ilk defa gördüğünüz bir yeri anlatmak büyük heyecan verir insana. Fakat bildiğiniz, yıllarınızı geçirdiğiniz, güzel anılarınızı sakladığınız, sevdiğiniz bir şehri anlatmanın heyecanı bir başka. Böyle anlarda kelimeleriniz birbirine karışır. Tıpkı en güzel anılarınızın yazılı olduğu günlüğü yıllar sonra açıp okumak gibi bir hisle dilinizin döndüğünce anlatmaya çalışırsınız o şehri… Özleten bir şehirdir Konya… Yaşarken çok da anlayamazsınız ama uzaklaştıktan sonra, bir sabah kalkıp da havadaki hafif serinliğe karışmış dağ kokusu sizi eski günlere alıp götürdüğünde anlarsınız ne denli özlediğinizi. Gözünüzün önünden birer birer geçerken anılar, yüzünüze masum, biraz da özlemli bir gülümseme konuverir. İşte böyle anlardan birinde çağırır sizi Konya: Gel…
ZAMAN TÜNELİNE GİRMİŞ GİBİ
Konya’ya adın atmak, zamanı geçmişe saran bir zaman makinesi adeta. Kişisel tarihim canlanıyor gözümde, hayatımın en keyifli zamanlarını geçirdiğim üniversite yıllarımın… Öğrenciyken bu şehri karış karış dolaşmışım ama Konya’nın tarihine hiç göz atmamışım. Oysaki Konya, Perslerden Bergama Krallığı’na, Romalılardan Sasanilere, Bizans ve Emevilerden Selçuklulara birçok medeniyete ev sahipliği yapmış. İki asır Selçuklu rengine bürünmüş şehir. En şanlı dönemini yaşamış bu sürede ama bu güzel rüya bitmiş Moğol istilası ile. Ardından Karamanoğulları şehrin büyüsüne kapılmış. Osmanlı ile büyük mücadele etmişler ve sonunda Konya da Osmanlı olmuş, ta ki o büyük imparatorluğun yıkılışına kadar. Bugün gökdelenler ve yüksek apartmanlar arasında kalan şehir, hâlâ bu uygarlıkların izlerini sunuyor merak edenlere. Kimi zaman köşeden çıkan bir çeşmede bu izler, kimi zaman küçük bir duvar kalıntısında, kimi zaman da camilerinde…
HER DAİM KALABALIK
Şehri adımlamaya tabii ki Zafer’den başlıyorum. Alâeddin Tepesi’nin hemen yanında konumlanan Zafer Meydanı, İstanbul’un İstiklal’i, Ankara’nın Kızılay’ı kıvamında. Her daim kalabalık bu meydanda yer alan İnce Minareli Medrese ise bir eski zaman mücevheri gibi parıldıyor. Meydanın tam göbeğinde bulunan Camlı Köşk en ideal buluşma mekânlarından… Bulvar üzerinde yer alan Atatürk Köşkü ise Atatürk’ün İzmir ve İstanbul’dan sonra en çok uğradığı şehirlerden biri olan Konya’da kaldığı ev.
ASİL VE VAKUR DURUŞ
Bir dönem başkentlik yapmış olmanın gurunu üzerinde taşıyan Konya apoletleri sökülmüş bir kent olsa da, o asil duruşundan hiç taviz vermemiş yüzyıllardır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi o daima başkent olarak kalmış, ne kadar susturulursa susturulsun yine konuşmuş eserleriyle. Ve her ne kadar Karamanoğulları, Osmanlı egemenliği görse de tarihinde, o hep Selçuklu kalmış. Bu şanlı tarihi sunan Selçuklulara da teşekkürü bir borç bilmiş. İşte bu yüzden ismi hafızalara kazınan Selçuklu Hükümdarı Alâeddin Keykubat’ı da hiç indirmemiş omuzlarından. Sırf bu yüzden şehrin göbeğindeki en yüksek tepede onun ismini görüyorsunuz. Ve ihtişamlı Alâeddin Camii’ni… Alâeddin Keykubat da bu sevgiye kayıtsız kalmamış Konya mimarisini bugün bile dillerde dolaşan bir destan haline getirmiş. Bugün Alâeddin Tepesi’nde beton bir şemsiye ile örtülü olan Selçuklu Köşkü’nün sadece bir kısmı kalmış olsa da o parça bile o dönemin ihtişamını düşündürmeye yetiyor. Selçuklu Köşkü’nün hemen karşısında yer alan Karatay Medresesi ise Konya’nın tarihi mirasını gözler önüne seriyor.
TEVAZUNUN SİMGESİ
Karatay Medresesi’nden uzanan yol Mevlana Müzesi’ne götürüyor. Ve daha Söz Sultanı’nın huzuruna çıkmadan, yol üzerindeki eserler sizi hayran bırakıyor. Önce Selçuklu dönemi eseri ihtişamlı İplikçi Camii büyülüyor. Sonra karşısındaki yine Selçuklu dönemi eseri Şerafettin Camii. Caminin hemen arkasındaki Tarihi Mahkeme Hamamı çekiyor dikkatinizi. Ve onun arkasında yer alan Mevlana’nın güneşi Şems’in Türbesi… Şems’in huzuruna çıkmadan, O’nun izni olmadan nasıl varırsınız Mevlana’nın huzuruna? O, önce gönlü paklıyor, arındırıyor, huzurla ve aşkla dolduruyor. Sonrasında yol veriyor Mevlana’ya…
NE OLURSAN OL GEL
Bu duygu ve düşüncelerle Şems’in huzurundan ayrılırken turkuaz renkli çinilerle kaplı yivli kubbe uzaktan göründüğünde Mevlana’ya yaklaşmış olmanın heyecanı da sarıyor. Öyle ki Mimar Sinan eseri Sultan Selim Cami i bile gözden kaçabiliyor. Her zaman kalabalık olan Dervişan Kapısı’na yöneldiğinizde karşınıza ilk önce müzenin ortasında yer alan Şeb-i Arus şadırvanı çıkıyor. Mevlana’nın “Ne olursan ol gel” çağrısına kulak veren kalabalıkla türbeden içeri girdiğimde duyduğum ney sesi öyle bir etkiliyor ki bir anda hem kalabalık hem de gürültü siliniveriyor. Mevlana’nın huzuruna çıkıyorum. Bunca zaman onun için o kadar çok methiyeler düzülmüş ki söyleyecek ne söz ne de kelime kalıyor. Zaten Söz Sultanı’nın huzurunda ne söylenebilir? O ki binlerce dizeyi bırakıp da kendine ‘Hamuş’ yani ‘Suskun’ demişken…
SANA TEPEDEN SON KEZ BAKTIM
Konya’da son durağım Meram Bağları… Merkeze 10 dakika uzaklıkta olan Meram, bir zamanlar bağları ile ünlüymüş. Her mevsimde bir başka güzelliğe bürünen Meram’da yayla çorbası, etli ekmek, bamya çorbası, su böreği, tirit gibi Konya’nın yöresel lezzetlerini sunan birbirinden güzel restoranlar bulunuyor. Bu lezzetli yemeklerin tadına baktıktan sonra Konya’yı son bir kez izlemek için Aydın Çavuş Tepesi’ne çıkıyorum. Gökyüzü alacalı bir karanlığa büründükçe şehrin ışıkları yanmaya başlıyor birer birer. Konya tüm güzelliğiyle karşımda… Bu şehre fark etmeden nasıl bu denli bağlandığımı düşünüyorum. Ve anlıyorum ki herkesle hemen yüz göz olmuyor Konya. Onu anlamak için zaman gerekiyor. Üstad Ahmet Hamdi Tanpınar’ın söylediği gibi: “Onu yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine karışmanız gerekiyor.”